20 Aralık 2019 Cuma

Tespih Taneleri – Mıgırdiç Margosyan


* Sıcak yaz akşamları damda kurulu ‘tağht’ a uzanıp gökyüzündeki yıldızları seyrederek uykuya dalmalar..
* Odun sobasının ısttığı odada bütün aile yer yataklarında uyumalar..
* Sokaklarda ‘beradayi beradeyi’ gezmeler..
* Gaz lambası altında ders çalışmalar.
* Çatallastig ile dut kuşi peşinde koşturmalar.. “

Benim de çocukluğuma dair hatıraları uyandırdı. Çok etkilendim. Çok hüzünlendim.

Hemşerimiz Margosyan, Yaşadığım şehir, binlerce yıllık kadim şehir Diyarbakır’ın geçmişini, 40 -50 yıl önceki  hallerini o kadar güzel anlatıyor ki..

(Tanıtım Bülteninden) ;
“Doğduğu yer Diyarbakır'ı, oradaki Ermenileri, Kürtleri, Türkleri, Süryanileri, Keldanileri, Yahudileri, bugün artık tarih olmuş bir kent yaşantısının en içten hikayelerini anlatan Mıgırdiç Margosyan, Tespih Taneleri'nde Diyarbakır'dan okumaya geldiği İstanbul'a hayali bir köprü kuruyor. "Kafle" yollarında her birinin ailesi "berdan berdan" olmuş, tespih taneleri gibi dağılmış anne ve babasının, oğullarının "adam olması"nı, "anadili"ni daha iyi öğrenmesini sağlamak için İstanbul'daki Ermeni ruhban okuluna gönderdiği küçük Mıgırdiç, kah bu yeni çevresinde karşılaştığı gariplikleri, kah hasretiyle yandığı Diyarbakır'ı, bir türlü kavuşamadığı ilk aşkını, kimi siyasal-toplumsal olayların örgüsü içinde, büyük bir ayrıntı ve renk cümbüşüyle birlikte hikaye ediyor. Çocukluktan ilk gençliğe geçtiği o delikanlı çağında, ailesini, kardeşlerini, Diyarbakır "küçe"lerinde oynadığı arkadaşlarını ardında bırakan mahzun Mıgırdiç, İstanbul'da kendilerini "Koşun, Kürtler gelmiş!" çığlığıyla karşılayan akranlarının arasına girdiğinde, geleceğe hem biraz kaygı, hem de biraz umutla bakıyor...”

Ruşen ÇAKIR, çok güzel anlatmış kitabı ;

“Tespih Taneleri”nde Mıgırdiç Margosyan, kendisinin de aralarında olduğu Diyarbakır ve köylerinden bir grup Ermeni çocuğun İstanbul’daki Karagözyan Ermeni Yetimhanesi’nde başlayan yeni hayatlarını anlatıyor. Yetimhanede karşısına çıkan her yeni kişi, olay, isim onda Diyarbakır’ı, Gavur Mahallesi’ni çağrıştırdığı için biz okurlar da Diyarbakır ile İstanbul arasında tam anlamıyla mekik dokuyoruz. Bu iç içe geçmiş öyküler çarpıcı, ilginç, yer yer eğlenceli ama sonuç olarak son derece hüzünlü. Çünkü kitabın adından da anlaşılacağı gibi, içinde yaşadığımız coğrafyanın en temel unsurlarının kopmuş bir tespihin taneleri gibi dört bir tarafa dağılıp yokolmalarının öyküsü anlatılan.

Margosyan’ın gösterdiği;

Ermenilerin, Anadolu’daki diğer tüm etnik topluluklarla aynı havayı soluduklarını, aynı dert ve sıkıntıları çektiklerini, aynı yoksulluk ve yoksunluğa mahkum olduklarını açık ve hiçbir tartışmaya yer vermeyecek şekilde gösteriyor. Margosyan’ın, Ermenilerin (ve onlarla birlikte diğer azınlıkların) maruz kaldıkları ve gündelik hayat içinde iyice sıradanlaşmış ayrımcılığı kışkırtıcı olmayan bir dille, ama asla bunları önemsizmiş gibi göstermeden aktarmasını bilhassa tebrik etmek lazım.

26 Ekim 2019 Cumartesi

BÜYÜK UMUTLAR – CHARLES DİCKENS / Çeviri : Nihal YEĞİNOBALI


Charles Dickens, 1812 de İngiltere de doğmuş. 1870 te ölmüş. Diğer ünlü eseri ‘İki Şehrin Hikayesi’. 

‘Büyük Umutlar’, 1860 ta yayınlanmış.
Okudum bitti. harika bir romandı. 
1800 lü yıllar İngiltere Londra ve çevresi kırsal bölgedeki sosyal yaşam, insan ilişkileri, para hırsı, çıkar ilişkileri, riyakarlık, yargı sistemi, hukuk, suçluluk, sevgi, dostluk, iyilik, kötülük, v.s. üzerine düşündürüyor.
Bana ilginç gelen şeyler : suçluya verilen cezalardan biri , Yeni Dünya’ya (Amerika kıtası) müebbet sürgün. Gidipte dönersen cezası idam.
Sadece bir celsede verilen cezalar – 32 adet idam. Halkın gözü önünde darağaçlarında infaz ediliyorlar. Ülke krallıkla yönetiliyor. Dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi monarşik yönetim var. Demokratik yönetim talepleri yeni yeni gelişmeye başlıyor. 1776 Amerikan Devrimi, 1789 Fransız Devrimi sonrası yıllar.
Bu yıllarda sanayi devrimi, kapitalizm artık gelişmeye başlıyor. İnsanlığın tarım toplumundan endüstri toplumuna geçiş yılları.
İnsanlara bakınca, bütün zamanlarda insanların pek te değişmeyen pek çok yönlerinin aynı olduğunu görüyorsunuz. Zengin ve paralı insanın etrafında yağcılık yapan, dost olmaya, yakınlık kurmaya çalışan insanlar.. söz konusu insanın fakirleşmesi ile hemen anında uzaklaşmaya başlıyorlar.
Bütün hikayeyi, Pip’in ağzından dinliyoruz. Çocukluğunu, gençliğini, genç adamlığa geçişini, umutlarını, hayal kırıklıklarını, aşkını, vefasızlığını, pişmanlıklarını anlatıyor bize.
Edebiyat, harika bir şey. Sosyoloji derslerinde sanayi devrimi, endüstri toplumu, kapitalizmin gelişimi, Fransız devrimi, v.s konularını tüm detayları ile işlemiştik.
Ama işte o dönem insanlar nasıl yaşıyorlardı, insan ilişkileri nasıldı, insanların hayata bakışları neydi gibi soruların cevaplarını almak pek mümkün değil. Tek bir edebiyat eseri elinizden tutup bir zaman tüneli ile sizi 200 yıl öncesine, binlerce kilometre uzaklıktaki bir şehre götürüyor. Sizi görünmez bir şekilde gezdiriyor, çevreyi gösteriyor. İnsanları inceliyorsunuz, evlerine girip nasıl yaşadıklarını gözlemliyorsunuz. Duygularını, düşüncelerini gözlemliyorsunuz. Müthiş bir şey bu. İyi ki edebiyat var. İyi ki bu yazarlar yazmışlar. Onların sayesinde tüm zamanları, tüm dünyayı gezebiliyoruz. Gözlemler yapabiliyoruz.
Kitabın pek çok film uyarlaması yapılmış. 2012 yapımı yönetmen Mike Newell in filmini izledim. film de çok güzeldi. büyük oranda kitaba sadık kalmış.

Pip
Joe - demirci ustası Pip’in eniştesi
Mr. Jaggers – avukat
Abel Magwitch / Provis
Miss. Havisham
Estella
Wemmick 

13 Temmuz 2019 Cumartesi

Heba – HASAN ALİ TOPTAŞ


Başlarda pek sarmadı. Hatta okurken bir ara, bu, öykü mü roman mı diye önüne arkasına baktım. Gönülsüz okuyordum. Ama ortalardan sonra, özellikle ‘sınır’da ve sonra kitabı elimden bırakamadım. Öyle bir hüzünlendim, kederlendim, düşüncelere daldım ki.
Heba. Kelimenin kendisi bile tek başına hüzün verici. Hiçbir işe yaramadan yok olmak, boşa gitmek.
Heba olan bir yaşam. Heba olan Ziya’nın yaşamı. Çocukluğu, gençliği, erkekliği, yetişkinliği ziyan olan bir adam. Heba olan yaşamlarımız. temel değerleri ikiyüzlülük, yalancılık, sahtekarlık olan insanlar arasında yaşamak zorunda kalmak ne talihsizlik.
Bu toplum/ülke/devlet, insanları, insanların yaşamlarını nasıl da heba ediyor. Bu ülkede erkek olmak ta pek kolay değil işte. Cehalete, kötülüğe dayalı sistem/kültür/toplum sadece kadınları ezmiyor, erkekleri de heba ediyor.  
Şehirler ne kadar kirli/kötü olursa olsun, köylerden daha kirli değil, daha kötü değil. Şehirde hiç olmasa tek başına bir birey olarak bir nebze yaşayabilirsin. Ama köyde asla. Farklı olamazsın. Yalnız bir birey olamazsın. Hayatı cehenneme çevirirler sana.
Hasan Ali Toptaş. Hakkında çok olumlu değerlendirmeler duyduğum bir yazardı. Ama okumamıştım hiç. Tanışmış oldum. İyi ki okumuşum. Çok etkilendim. Yüreğine sağlık.

Ziya
Kenan
Binnaz Hanım
Kenan’ın köyü –Yazıköy
Silvan Jandarma
Suriye sınırı -Ceylanpınar

Kitaptan ;


İnsanın içini acıtan esmer bir sesle, asker ağam yoğurt ister misin, asker ağam yoğurt ister misin diye sorup duruyorlardı bu çocuklar.” / Sf : 206  (Silvan da)
 “Gördüğü hatalar yüzünden değil de, bu teğmen insanlara, insanlara neden dayak attığını anlamak için dayak atıyordu sanki.”/ Sf: 211
 “…kuralsızlığı örtmek için kurallardan daha kalın bir örtü bulamazsınız, hayatınız boyunca işte şimdi yaptığımız gibi yapacaksınız, yoksa toplum denen çok kıçlı ve çok başlı gardiyan canınızı fena yakar.” / Sf: 213
Komşu bölüğün bir komutanı var. Lakabı Kepuçuran. Aklına estiğinde hemen tabancasına davranıyor, gözüne kestirdiği askerin on beş yirmi adım uzağında duruyor ve ona kepinin siperini yukarı kaldırmasını emrediyor. Tahmin edeceğin gibi, sonra da tabancasını doğrultup tek kurşunla askerin başındaki kepi havaya uçuruyor. . Üstelik, zevkten dört köşe oluyorda sinir bozucu bir şekilde hakır hakır gülüyor. Sadece gülse amenna, aynı zamanda tabancasını sağa sola çevirip namlunun ucuna bile bakmadan gelişigüzel ateş etmeye başlıyor. / Sf: 216
İki kelle alınmış. (iki kaçakçı vurulmuş) Kelle alındığında da, bu başarıyı kutlamak için birkaç komutan bir araya gelip rakı içerler. Adetten midir bilemiyorum ama her defasında yapılır bu. Tabii, kelleyi hangi komutan almışsa ötekileri o davet eder. / sf: 217
 “Bu arada dikkat ettin mi bilmiyorum, teğmen öküz, bugün dayak atan komutan da hayvan diye bağırdı bana. Karargahtaki subay da it dedi. Bu fukaralar insanı yüce, hayvanı da aşağılık bir şey sanıyorlar.” / Sf: 223
Ziya kahırlı bir sesle; devasa bir değirmen, sivrisinek vızıltıları, bit kımıltıları ve silah sesleri eşliğinde dönüyor, dönerken de başında kepi mi var, poşusu mu var demeden insanları gürül gürül öğütüp duruyor işte. /sf:236
“Banyosu ve tuvaleti olamayan bu uyduruk binaları buraya diken ve bizi badem ağacına astığımız aynada traş olmaya mahkûm eden yarım akıllı heriflere de ben ne diyeyim bilmem ki? Müstahak mıyız bu sefaleti yaşamaya ha? Ayrıca, on üç aydır buradayım, bölükteki bütün karakollarda görev yaptım ve herkesle tanıştım ama bir tek zengin çocuğu görmedim ben, kitap çarpsın görmedim; gören bir Allah’ın kulu varsa, çıksın söylesin.”/ Sf: 247
 “Kitaba göre üç kere dur ihtarında bulunmak ve ancak ateş açılırsa karşılık vermek icap eder ama sen buna kulak asma hiç, burada kitapların sözü geçmez.” /Sf: 253

21 Haziran 2019 Cuma

BİR ÇÖKÜŞÜN ÖYKÜSÜ – STEFAN ZWEİG

1700 lü yıllar. Fransız Devrimi öncesi.
Madame de Prie. Paris’de Versailles Sarayı’nın gözdelerinden bir kadın. 
Kral 15. Louis dönemi .

Kral ın emriyle aniden sürgüne yollanan bir kadının bunalımı, yaşadığı duygu fırtınaları .
Şaşaa, ihtişam, iktidar yoksa hayatın ne anlamı var ki? kadının hayata bakışı bu. bütün zamanlarda insan çoğunluğunun bakışı böyle galiba.
Saraya tekrar geri dönebilmek için, destek olmaları için geçmişten tanıdığı tüm etkili insanlara, subaylara mektuplar yazıyor. Ama nafile. Bütün zamanlarda çok benzer olan insan halleri. Etkili yerlerde iken etrafında pervane olan insanlar, makamı kaybedince hemen ortadan kayboluyorlar..
Saraya dönemeyince kendini artık yaşamıyor sayıyor. Yaşayan bir ölü gibi görüyor kendini..

9 Haziran 2019 Pazar

Leyla’nın Evi – Zülfü Livaneli


Livaneli yine harika bir roman yazmış.
Savaşlar, göçmenlik, yurtsuzluk, yuva, ev, aidiyet, göçe zorlanmak, Osmanlıdan Cumhuriyete geçiş yılları, İstanbul..

Leyla hanım - Boğaziçi'nde Bosnalılar Yalısı'nda doğup büyümüş paşa torunu
Roxy –Rukiye – Alamancı kız, iki kültür arasında sıkışmış, aidiyetsiz
Yusuf – iyi kalpli gazeteci çocuk

Eğitimle, kültürle, sanatla beslenmemiş insanların kurnazlığı, açgözlülüğü. savaşların getirdiği trajediler.
Gezegendeki insan türünün büyük çoğunluğu tarafından bunlar vahşet değil trajedi olarak bile değerlendirilmiyor. Savaş hali başkadır çünkü. savaşlarda normaldir. Olur böyle şeyler. Diğer insanı, komşu evdeki, komşu ülkedeki, yada daha uzak diyardaki insanları öldürüyorsun. Malına, mülküne, arazisine el koyuyorsun. Kadınlara, kızlara tecavüz ediyorsun ya da zorla cariye, esir yapıyorsun. Savaş hali ise bütün bunlar normaldir.  
Kimse savaşları sorgulamaz. Neden başka insanlara, başka toplumlara ait olan mallara mülklere el koyarız ki?  


Kitaptan ;
  • Şairlerin dediği gibi, ''Paris güzel bir salon, Londra güzel bir park, Berlin güzel bir kışla ama istanbul güzel bir şehir''di.

  • Boğaziçi'ndeki durgun yaşamın nazlı kadınları seslerini hiç yükseltmez, başlarına ne gelirse gelsin tevekkül ve sabırla dayanır, gözlerindeki acı ve sitem dayanılmayacak kadar artınca da süblime içer ve intihara teşebbüs ederlerdi.

  • Leyla eğer biraz daha zayıf biri olsaydı o anda ağlardı. İçinden ağlamak geliyor, boğazına yumrular tıkanıyordu ama her zaman kendine hakim olmayı bilirdi. Boğaziçi'nin çıtkırıldım nazeninlerinden biri değildi; mantıklı bir insandı. Duygularını belli etmemek üzere eğitilmişti, içi deniz gibi kabardığı anlarda bile ince yüzünün hiçbir adelesi oynamaz, ela gözleri karşısındakine dimdik bakardı.
  • Işin en kötü yanı da dünyanın herkes için cehennem olmadığını, daha iyi, daha mutlu, bir yaşamın varlığını bile bile buna katlanmak...
  • Ailesine karşı tek kalkanı da bu :''Bu kız delidir'' yargısının arkasındaki özgürlük duygusu.
  • Terslik, özgürlüğü erkekleşme gibi anlayarak kadınlığı küçük düşüren ve doğalarını değiştirmeye çalışan kadınlardaydı.
  • Leyla genç bir kız olduğunda, artık diğer insanların içine karışamayacak kadar çok şey biliyordu. Yalnız aile geçmişi değil, eğitim seviyesi de onu sıradan eğitim gören çocuklardan ebediyen ayırmıştı. Bilgisi ve görgüsü, bu gibi durumlarda hep görüldüğü gibi, Leyla'yı ömür boyu bir yalnızlığa itecekti.
  • Ali Yekta Bey, Leyla Hanımın ''saraylı'' edasından çok etkilenmiş, heyecanlanmış, eski günleri bulduğu düşüncesine kapılmıştı. Ne de olsa böylelerine pek sık rastlanmıyordu artık.''Hele İstanbul'u milyonlarca Anadolu köylüsü bastığından beri'' diye düşündü, ''Rumeli asilzadeleri geçmişe ait birer süs haline geldiler.'' 
  • Madem ki insanlar birbirine acı veriyordu, o zaman en güzel şey hayata meydan okumak ve mutlak bir yalnızlığı seçmekti.
  • Bu çocukların neredeyse hiç eğitilmemiş olduklarını görüyordu. Ne bilgi, ne kültür, ne de toplum içinde davranış kuralları. Öylesine büyümüş gitmişlerdi işte. Buna hayret ediyordu.
  • Mücadelelerin, savaşların çoğunun altında mülk kavgası var. Boşalan evler, dolan evler, mülk davaları, insanoğlunun barınma ihtiyacı, başının üstünde bir çatı bulunması temel gereksinimi, tarih boyunca birçok trajediye yol açmış.
  • Bazen insan elinde olmadan hiç istemediği durumlara sürüklenebiliyor. Daha önce aklından bile geçirmediği hadiselerin tam ortasında buluyor kendisini..

Kitap adı: Leyla’nın Evi
Yazar: Zülfü Livaneli
Yayınevi: Doğan Kitap
Sayfa: 284
Baskı: 2012
Tür: Roman

1 Haziran 2019 Cumartesi

Devran – Selahattin Demirtaş

Bazen güldüren, bazen hüzünlendiren, bazen ağlatan hikayeler… Kimi komik, kimi trajikomik, kimi hüzünlü, kimi kederli, kimi can yakıcı hikayeler…
Demirtaş ’ ın yüreğine sağlık. çok iyi bir öykü kitabı yazmış..

Savcı Salim bey
Hasan Sürgücü – genç oğlunu kaybeden acılı baba
Devran  - sorgudaki işkencelere dayanamayıp ölen genç çocuk, delikanlı
Erzurum Karayazı ilçesi Yüksekkkaya köyü

Sultan Reşad’ın Torunu - Ziraat fakültesini yeni bitirmiş Diyarbakırlı Serhan’ın  Urfalı arkadaşının düğününde  yaşadığı komik bir anısı.

Fabrikada servis şöförlüğü yapan, atanamayan fizik öğretmeni ile aynı fabrikada işçi olarak çalışan Sevtap ‘ ın kesişen yaşamları. korku, cesaret, onur, gurur üzerine düşünüyorsunuz.

Köylerinin yakınında açılan taş ocağını şikayet etmek kaymakam'a başvuran köylülerin başına gelen trajikomik hikaye..

AVM de temizlik elemanı olarak çalışan Zeyno ile vurgun olduğu Serhat’ ın    yaşamlarından bir kesit.

Yusuf hoca ile  Esmer’ in hikayesini okurken gözlerim yaşardı. Hikaye bitince epey bir süre öylece kalakaldım.

Babası cenaze levazımatçısı olan Nazmi ile aşık olduğu kız Nevra nın hikayesi…

7 Mart 2019 Perşembe

OTOMATİK PORTKAL - ANTHONY BURGESS

Hiç beğenmedim. Berbat bir romandı.
Lise çağlarında 4 genç erkek arkadaş. 
15-16 aşlarında.
Alex, Pete, Georgie,  Dim.
Yaptıkları kötülükleri, pislikleri anlatan, çete lideri konumundaki Alex.
Onun ağzından dinliyoruz hikayeyi.
‘Kardeşlerim’ diyerek bitiriyor sözlerinin sonunu. Ki bu çok sinir bozucu. Böyle pis birinin yakınlık ifade etmesi çok rahatsız edici.

“Dört arkadaş akşamları çıkar buluşuruz. Önce bar’ımıza gider, uyuşturularımızı içeriz. Sonra işe çıkarız. Artık ne çıkarsa. Bazen yoldan geçen yaşlı bir lavuk görürüz. Tekme tokat yumruklarla adamı pataklarız. Kahkahalar eşliğinde cebindeki mangırları alıp tüyeriz.
Bazen bir eve baskın yaparız. Erkeği  iyice dövdükten sonra, kadına sırayla tecavüz ederiz. Zorluk çıkarırsa öldürürüz.”
Hırsızlık, tecavüz, gasp, dayak, darp. Bütün bunları eğlenerek yapıyorlar. Ve her gün işe gider gibi yapıyorlar bunları.
Aileleri orta sınıf denecek türden aileler. Çok yoksul, çok berbat aile ortamları da yok.
Yaptıklarını çok olağan sıradan şeylermiş gibi anlatan Alex’in  bir ailesi var. Anne babası var. Geceleri Mozart, Bach, Bethoven dinliyor. Okula gidiyor. Günlük gazete okuyor.
Böyle bir ortamda olmalarına rağmen bu kadar kötülük yapabilmeleri onları, çok daha pislik insan haline getiriyor.

Kitabın edebi yönünü değerlendirmek ilgi alanımda değil. Ama konuyu ele alış tarzı, verdiği mesaj çok rahatsız edici geldi.
“Çocukturlar gençtirler böyle ufak tefek yaramazlıklar yapıyorlar ama yıllar sonra biraz olgun yaşlara gelince düzeliyorlar, evleniyorlar, normal bir hayat yaşayabiliyorlar.”
Bu yapılanlar ufak tefek yaramazlıklar olarak değerlendirilebilir mi? Çok aptalca. 

27 Ocak 2019 Pazar

Bülbülü Öldürmek – Harper Lee - Çevirmen : Ülker İnce

1930 lu yılların Amerika’sı. Bir kasaba da gelişen olaylar, yaşanan ırkçılık üzerinden adalet, eşitlik, özgürlük  üzerine düşündüren harika bir roman. Çok beğendim. Çok etkilendim.

Tecavüz iftirasıyla suçlanan siyahi bir adam. Ve bu adamın avukatlığını üstlenen bir avukat. Irkçılığın çok güçlü olduğu o yıllarda kasaba halkı, beyaz bir adamın böyle bir adamı savunmasını kınarlar, küçümserler. Avukatı ve ailesini dışlamaya maruz bırakırlar.
Kitabın konusunu öğrenince alınacak kitaplar listesine not almıştım yıllar önce. Hem kendim için, hem Hukuk fakültesinde okuyan kızımın okuması için. İyi ki almışım, iyi ki okumuşum.
ABD de 1960 yılında yayınlanmış. Türkçe de ilk baskı tarihi 2014 görünüyor. Bu kadar güzel bir kitabın çevrilmesi oldukça gecikmiş. Daha eski bir baskısı var mı bilmiyorum.

Scout : 7-8 yaşlarında bir kız çocuğu
Abisi Jem : 10-11 yaşlarında
Babaları Atticus Finch – avukat
Ev işlerinde yardımcıları Calpurnia – kadın-siyahi
Dill – Scout’ un erkek arkadaşı
Yargıç Taylor

Arka kapakta, kitap, çok güzel anlatılmış ;
1960 yılında yayımlandığından bu yana bütün edebiyatseverlerin gönlünde özel bir yer edinen, Pulitzer ödüllü Bülbülü Öldürmek, Amerika'nın güneyinde yaşanan ırkçılığı ve eşitsizliği bir çocuk kahramanın, Scout Finch'in gözünden anlatıyor.

Harper Lee, kullandığı yalın ama çarpıcı dil aracılığıyla adalet, özgürlük, eşitlik ve ayrımcılık gibi hâlâ güncel temaları, Scout'ın büyüyüş öyküsüyle birlikte dokuyarak, iyilik ve kötülüğü hem bireysel hem de toplumsal düzeyde mercek altına alıyor. Bir "zenci"nin haksız yere suçlanması üzerinden gelişen olaylar; önyargılar, riyakârlık, sınıf ve ırk çatışmalarıyla beslenen küçük Amerikan kasabasının sınırlarını aşıp, insanlar arası ilişkide adaletin ve dürüstlüğün önemini anlatan evrensel bir hikâyeye dönüşüyor. Etkileyici gerçekliği ile ürperten, "insani" vurgusuyla sarıp sarmalayan, çağdaş dünya edebiyatının en önemli örneklerinden biri olan bu klasik roman, Ülker İnce çevirisiyle tekrar Türkçede.

"İstediğin kadar saksağanı vur vurabilirsen ama unutma, bülbülü öldürmek günahtır."

Altı Çizilenler :

Atticus ayağa kalktı. .. dönüp yanıma geldi.
“Her şeyden önce basit bir sır öğrenirsen her türlü insanla anlaşman kolaylaşır, Sccout. Bir insanı anlayabilmek için , o insanın baktığı açıdan bakmayı becerebilmelisin…” / sf:40

(Bayan Maudie) – “Ayak yıkamaya inananlar zevk veren her şeyi günah sayarlar. Biliyor musun birkaç tanesi buradan geçerken bana çiçeklerimin ve benim cehenneme gideceğimizi söyledi.. Onlara göre ben Tanrı’nın dünyasında dışarıda çok fazla zaman geçiriyormuşum, evin içinde İncil okumaya az zaman ayırıyormuşum.”
(Scout) – Bayan Maudie yi çeşitli Protestan cehennemlerinde sonsuza kadar cayır cayır yanarken düşünmek İncil’e inancımı zayıflattı. /sf : 58-59

“Bülbüller bizi eğlendirmek için şarkı söylemek dışında bir şey yapmaz. İnsanların bahçelerindeki bitkileri yemezler, mısır ambarlarına yuvalanmazlar, tek yaptıkları iş bize içlerini dökmektir. İşte bu yüzden bülbülleri öldürmek günahtır.” Sf:117