Çok etkilendim. Çok duygulandım. Son zamanlarda en etkilendiğim romanlardan birisi oldu.
Sevgili Zülfü Livaneli nin yüreğine sağlık. Güzel müziği ile harika şarkılarıyla yıllar yılı yüreğimizi ferahlatan Livaneli, meğerse bir de harika romanlar yazmış. Romancılığını yeni fark ediyorum ne yazık ki.
Bu ülkede yaşanan çirkinlikleri fark ettiren, insanın içindeki vicdan duygusunu harekete geçiren bir sanat eseri bu roman. Edebiyatın ve sanatın güzelliği işte.
Bu ülkede genel olarak her kesimde yaşanan mutsuzluğu hissediyorsunuz romanda.
Yoksulluk, geleneklerin baskısı altında yaşam süren insanların mutsuzluğunu bir nebze anlarsınız. İşin ilginç yanı, başarı ve zenginlik içerisinde yaşam sürenleri de mutsuzluk içinde.
Gecekondu mahalleleri, varoşlar, büyükşehirlere göç, güneydoğuda yaşanan iç savaş, töre cinayetleri, kasabada köyde yaşam, şehirlerde yaşam, koca dayağı, yoksulluk, sevgisizlik, şiddet, çaresizlik, mutsuzluk cehenneminde sürüp giden yaşamlar.. tecavüze uğrayan kız çocukları, ensest, ilkel vahşi sapık anlayıştaki tarikat şeyhleri, merhametli barışçı tarikat şeyhleri, mutsuz yaşamlardan kaçış, Egeden Yunan diyarlarına göç eden insanlar, v.s…gibi bu ülkenin pek çok gerçeklikleri var..
Güneydoğuda yaşanan iç savaşın kanlı canlı dehşetini iliklerinize kadar hissediyorsunuz.
Mayınlarla parçalanan bedenler. Roketlerle kurşunlarla yaşamı sönen, yaralanan sakatlanan gencecik insanlar..
Köy yakmalar. Köyleri yakılan insanların büyük şehirlerin varoşlarına göçü..
İnsanın en masum dönemi olan çocukluk çağlarında birlikte oyunlar oynamış iki genç insan iki ayrı safta birbirlerini öldürmek için savaşıyorlar.
Cemal asker olarak, çocukluk arkadaşı Memo ise devlete isyan eden militan olarak.
Tecavüze uğramış genç bir kızın yaşadığı mutsuzluk, çaresizlik. Kadınlığından, cinselliğinden nefret ettiren hastalıklı bir toplumsal zihniyet. Öyle tuhaf iğrenç bir zihniyet ki tecavüze uğrayan bir genç kızı en büyük suçlu ilan ediyor. Bu toplumun kadınla cinsellikle olan hastalıklı ilişkisi yüzünden Meryem gibi pek çok insanın hayatı kararıyor.
Altı çizilenler:
Bu ülkede herkesin birbirinden nefret ettiğini belki bininci kez düşünüyordu. Askerler sivillerden, siviller askerlerden, havacılar karacılardan, karacılar denizcilerden, mülkiyeliler hukukçulardan, işadamları siyasetçilerden, siyasetçiler işadamlarından nefret ediyor, medyada ise herkes birbirinin kanına ekmek doğruyordu. Gazete köşelerinde her gün ağza alınmaz küfürlerin yayımlandığı tek ülkeydi burası. /sf: 60
“Böyle bir hayat bana göre değil. Önceden çizilmiş, kısıtlı, boktan hayatlar. Ben, hayattan başka şeyler bekliyorum.”
Bunun üzerine, “Ne bekliyorsun? diye sormuştu İrfan.
“Bilmiyorum.” Demişti Hidayet. “Zaten işin güzel tarafı da bu değil mi! Hayatın karşıma ne çıkaracağını bilmiyorum.”
Birkaç gün sonra da o uyduruk, tekne bile denilmesi zor yelkenliyle ufuk çizgisinde gözden yitip gidivermişti. /sf:62-63
Doğulu ve İslami geçmişinin ahlaki değerler sisteminden kopmuş, Batılılaşma politikaları uyguladığı halde Batı değerleriyle bütünleşememiş köksüz bir toplumda referans noktalarının kayboluşu..
Toplumu bir arada yaşatan, yazılı olmayan kurallar dizisi burada yok.
Kimse hayatından memnun değil. Herkes derin bir huzursuzluk içinde kıvranıyor; daha iyi bir hayata ulaşmak istiyor, ama o yeni hayatın ne olduğunun da farkında değil. Tarifi yok; dolayısıyla toplumun mitolojisi ve ideali de yok. /sf:90-91
Zengin bir ailede doğmuş ve hayatı boyunca para sıkıntısı çekmemiş insanlar ile, sonradan rahata kavuşanlar hemen ayrışıyordu. Profesör, ne kadar zengin olursa olsun, bir adamın sıkıntılı bir çocukluk geçirip geçirmediğini hemen anlayabilirdi. Galiba yoksul çocukluk günleri, bir insana ömür boyunca silinmeyecek bir damga vuruyordu. /sf:96
Türk ve Yunan jetleri, adına it dalaşı denilen dehşet oyununu oynuyorlardı….
O ise kendisini ne Türk, ne Yunanlı hissediyordu. Ege de dolaşan bir insanoğluydu sadece ve oradaki devletler, bu sıradan memeli yaratığın huzurunu bozuyordu; aynen adalarda otlayan keçilerin huzurunu bozdukları gibi.
“Böyle bir ülkede doğmak için ne günah işledim acaba?” diye düşünürdü sık sık. Profesör’ün ne milli bir bağı vardı, ne dini ne de ideolojik. /sf:147
Nedense Türk halkı sünnetin çok iyi bir şey olduğuna inanır ve bunu büyük bir temizlik sayardı. Oysa İrfan, Türk erkeği denilen türün hayatı boyunca devam eden kadına tapma ve kadın düşmanlığı çelişkisinin, küçük yaşta geçirilen bu sünnet travmasına bağlı olduğunu düşünüyordu./sf:150
Bir an önce hayatını değiştirme isteği sadece ölüm korkusundan değil, değerli hiçbir şey yapmadan göçüp gidecek olmasından kaynaklanıyordu belki de. Uyuyan Endymion gibi kendi kaderini belirleme cezasına çarptırılmış olma duygusu, bu dünyaya en ufak bir çentik bile çizemeden geçip gitme korkusunun yarattığı bir şeydi. /sf:182
Zenginlik vardı bu ülkede ama elit zevk ve birikim yoktu. Sf:186
Cumhuriyet dönemi, Osmanlı’dan bir soylu sınıfı devralamamış, bu da İstanbul “elit”i denilen, parası bol ama yaşam kültürü bakımından lümpen, acayip bir kesimin doğmasına yol açmıştı. Sf:187
Bütün insanlar gibi bir ömür boyu yaşamın, gerçekten mutlu ve başarılı yaşamın başlayacağı günü bekleyip de bir gün aniden o noktayı çoktan aşmış olduğunu ve artık ölüme gittiğini anlayan bir adam ne hisseder diye düşünüyordu profesör; yürek çöküntüsü mü? Evet! /sf:210
Askerde kendilerine, öldürecekleri düşmanın ‘insan olmadığı’ öğretiliyordu. İnsan değildi onlar, başka bir şeydiler. Önünde duran da artık çocukluğunu bildiği küçük kız değildi, bir kadındı, hem de lekelenmiş, boğazına kadar günaha batmış, ailesinin yüzünü yere indirmiş, …
Aile bu utançla yaşayamazdı ve asırlardan beri bu işin kuralı konmuş, cezası belirlenmişti. Allah’ın isteğiydi bu…/sf:223
Kız 13-14, bilemedin 15 yaşında görünüyordu. Amerika’da bu yaştaki bir kızı hafifçe okşamak bile hapisle sonuçlanır ve insan sapık damgası yerdi. Ama Anadolu köylerinde yaşlı erkekler hep çocuk kızları alırlardı altlarına. Buna da kimse sesini çıkarmazdı./sf:255
İnsan insanın zehrini alır. /sf:268
Normal insanların niye güvenli toprakları terk etmediğini, niye kendilerini maceraya açmadıklarını çok iyi anlamıştı artık. Mülkiyetleri kendilerine ait hapishanelerde kalmalarının tek nedeni güvenlikti. Evleri ve eşyaları, koltuk takımları, kanepeleri, yemek masaları, yemek takımları, gümüşleri, kristalleri onların dışarı çıkmalarını engelleme değil, tam tersine büyük bir tehlikeye karşı koruma görevi üstlenmişti. Hangi tehlike mi? Kendileri! Kurulu düzen, insanın kendi kendisiyle karşılaşmasını engelliyordu. /sf:278
Mağara devrinden beri dünyanın bütün kadınları, bütün erkeklere üç soru sorarlar: Nereye gidiyorsun? Ne zaman geleceksin? Beni seviyormuısun? /sf:330