30 Mart 2013 Cumartesi

Mutluluk - Zülfü Livaneli

     Çok etkilendim. Çok duygulandım. Son zamanlarda en etkilendiğim romanlardan birisi oldu.
     Sevgili Zülfü Livaneli nin yüreğine sağlık. Güzel müziği ile harika şarkılarıyla yıllar yılı yüreğimizi ferahlatan Livaneli, meğerse bir de harika romanlar yazmış. Romancılığını yeni fark ediyorum ne yazık ki.
Bu ülkede yaşanan çirkinlikleri fark ettiren, insanın içindeki vicdan duygusunu harekete geçiren bir sanat eseri bu roman. Edebiyatın ve sanatın güzelliği işte.
     Bu ülkede genel olarak her kesimde yaşanan mutsuzluğu hissediyorsunuz romanda.
     Yoksulluk, geleneklerin baskısı altında yaşam süren insanların mutsuzluğunu bir nebze anlarsınız. İşin ilginç yanı, başarı ve zenginlik içerisinde yaşam sürenleri de mutsuzluk içinde.
     Gecekondu mahalleleri, varoşlar, büyükşehirlere göç, güneydoğuda yaşanan iç savaş, töre cinayetleri, kasabada köyde yaşam, şehirlerde yaşam, koca dayağı, yoksulluk, sevgisizlik, şiddet, çaresizlik, mutsuzluk cehenneminde sürüp giden yaşamlar.. tecavüze uğrayan kız çocukları, ensest, ilkel vahşi sapık  anlayıştaki tarikat şeyhleri, merhametli barışçı tarikat şeyhleri, mutsuz yaşamlardan kaçış, Egeden Yunan diyarlarına göç eden insanlar, v.s…gibi bu ülkenin pek çok gerçeklikleri var..
     Güneydoğuda yaşanan iç savaşın kanlı canlı dehşetini iliklerinize kadar hissediyorsunuz.
     Mayınlarla parçalanan bedenler. Roketlerle kurşunlarla  yaşamı sönen, yaralanan sakatlanan gencecik insanlar..
     Köy yakmalar. Köyleri yakılan insanların büyük şehirlerin varoşlarına göçü..
     İnsanın en masum dönemi olan çocukluk çağlarında birlikte oyunlar oynamış iki genç insan iki ayrı safta birbirlerini öldürmek için savaşıyorlar.
Cemal asker olarak, çocukluk arkadaşı Memo ise devlete isyan eden militan olarak.
     Tecavüze uğramış genç bir kızın yaşadığı mutsuzluk, çaresizlik. Kadınlığından, cinselliğinden nefret ettiren hastalıklı bir toplumsal zihniyet. Öyle tuhaf iğrenç bir zihniyet ki tecavüze uğrayan bir genç kızı en büyük suçlu ilan ediyor.  Bu toplumun kadınla cinsellikle olan hastalıklı ilişkisi yüzünden Meryem gibi pek çok insanın hayatı kararıyor.
     Ekonomik olarak rahat ama mutsuzluk içerisindeki bir yaşama isyan eden bir profesörün yaşamdan kaçışı.. yada yaşama kaçışı mı desem..

Altı çizilenler:



Bu ülkede herkesin birbirinden nefret ettiğini belki bininci kez düşünüyordu. Askerler sivillerden, siviller askerlerden, havacılar karacılardan, karacılar denizcilerden, mülkiyeliler hukukçulardan, işadamları siyasetçilerden, siyasetçiler işadamlarından nefret ediyor, medyada ise herkes birbirinin kanına ekmek doğruyordu. Gazete köşelerinde her gün ağza alınmaz küfürlerin yayımlandığı tek ülkeydi burası. /sf: 60
“Böyle bir hayat bana göre değil. Önceden çizilmiş, kısıtlı, boktan hayatlar. Ben, hayattan başka şeyler bekliyorum.”
Bunun üzerine, “Ne bekliyorsun?  diye sormuştu İrfan.
“Bilmiyorum.” Demişti Hidayet. “Zaten işin güzel tarafı da bu değil mi! Hayatın karşıma ne çıkaracağını bilmiyorum.”
Birkaç gün sonra da o uyduruk, tekne bile denilmesi zor yelkenliyle ufuk çizgisinde gözden yitip gidivermişti. /sf:62-63

Doğulu ve İslami geçmişinin ahlaki değerler sisteminden kopmuş, Batılılaşma politikaları uyguladığı halde Batı değerleriyle bütünleşememiş köksüz bir toplumda referans noktalarının kayboluşu..
Toplumu bir arada yaşatan, yazılı olmayan kurallar dizisi burada yok.
Kimse hayatından memnun değil. Herkes derin bir huzursuzluk içinde kıvranıyor; daha iyi bir hayata ulaşmak istiyor, ama o yeni hayatın ne olduğunun da farkında değil. Tarifi yok; dolayısıyla toplumun mitolojisi ve ideali de yok. /sf:90-91

Zengin bir ailede doğmuş ve hayatı boyunca para sıkıntısı çekmemiş insanlar ile, sonradan rahata kavuşanlar hemen ayrışıyordu. Profesör, ne kadar zengin olursa olsun, bir adamın sıkıntılı bir çocukluk geçirip geçirmediğini hemen anlayabilirdi. Galiba yoksul çocukluk günleri, bir insana ömür boyunca silinmeyecek bir damga vuruyordu. /sf:96

Türk ve Yunan jetleri, adına it dalaşı denilen dehşet oyununu oynuyorlardı….
O ise kendisini ne Türk, ne Yunanlı hissediyordu. Ege de dolaşan bir insanoğluydu sadece ve oradaki devletler, bu sıradan memeli yaratığın huzurunu bozuyordu; aynen adalarda otlayan keçilerin huzurunu bozdukları gibi.
“Böyle bir ülkede doğmak için ne günah işledim acaba?” diye düşünürdü sık sık. Profesör’ün ne milli bir bağı vardı, ne dini ne de ideolojik. /sf:147

Nedense Türk halkı sünnetin çok iyi bir şey olduğuna inanır ve bunu büyük bir temizlik sayardı. Oysa İrfan, Türk erkeği denilen türün hayatı boyunca devam eden kadına tapma ve kadın düşmanlığı çelişkisinin, küçük yaşta geçirilen bu sünnet travmasına bağlı olduğunu düşünüyordu./sf:150

Bir an önce hayatını değiştirme isteği sadece ölüm korkusundan değil, değerli hiçbir şey yapmadan göçüp gidecek olmasından kaynaklanıyordu belki de. Uyuyan Endymion gibi kendi kaderini belirleme cezasına çarptırılmış olma duygusu, bu dünyaya en ufak bir çentik bile çizemeden geçip gitme korkusunun yarattığı bir şeydi. /sf:182

Zenginlik vardı bu ülkede ama elit zevk ve birikim yoktu. Sf:186

Cumhuriyet dönemi, Osmanlı’dan bir soylu sınıfı devralamamış, bu da İstanbul “elit”i denilen, parası bol ama yaşam kültürü bakımından lümpen, acayip bir kesimin doğmasına yol açmıştı. Sf:187

Bütün insanlar gibi bir ömür boyu yaşamın, gerçekten mutlu ve başarılı yaşamın başlayacağı günü bekleyip de bir gün aniden o noktayı çoktan aşmış olduğunu ve artık ölüme gittiğini anlayan bir adam ne hisseder diye düşünüyordu profesör; yürek çöküntüsü mü? Evet! /sf:210

Askerde kendilerine, öldürecekleri düşmanın ‘insan olmadığı’ öğretiliyordu. İnsan değildi onlar, başka bir şeydiler. Önünde duran da artık çocukluğunu bildiği küçük kız değildi, bir kadındı, hem de lekelenmiş, boğazına kadar günaha batmış, ailesinin yüzünü yere indirmiş, …
Aile bu utançla yaşayamazdı ve asırlardan beri bu işin kuralı konmuş, cezası belirlenmişti. Allah’ın isteğiydi bu…/sf:223

Kız 13-14, bilemedin 15 yaşında görünüyordu. Amerika’da bu yaştaki bir kızı hafifçe okşamak bile hapisle sonuçlanır ve insan sapık damgası yerdi. Ama Anadolu köylerinde yaşlı erkekler hep çocuk kızları alırlardı altlarına. Buna da kimse sesini çıkarmazdı./sf:255

İnsan insanın zehrini alır. /sf:268

Normal insanların niye güvenli toprakları terk etmediğini, niye kendilerini maceraya açmadıklarını çok iyi anlamıştı artık. Mülkiyetleri kendilerine ait hapishanelerde kalmalarının tek nedeni güvenlikti. Evleri ve eşyaları, koltuk takımları, kanepeleri, yemek masaları, yemek takımları, gümüşleri, kristalleri onların dışarı çıkmalarını engelleme değil, tam tersine büyük bir tehlikeye karşı koruma görevi üstlenmişti. Hangi tehlike mi? Kendileri! Kurulu düzen, insanın kendi kendisiyle karşılaşmasını engelliyordu. /sf:278

Mağara devrinden beri dünyanın bütün kadınları, bütün erkeklere üç soru sorarlar: Nereye gidiyorsun? Ne zaman geleceksin? Beni seviyormuısun? /sf:330

 

22 Mart 2013 Cuma

Bir Kedi, Bir Adam, Bir Ölüm- Zülfü Livaneli

Mülteci, göçmen, sürgün, göç, iltica sözcükleri insani dram olarak içimi sızlatır. İnsanların yaşadıkları yurtlarından zorla göç ettirilmesi veya göç etmeye mecbur bırakılması çok acı verici gelir bana.
Romanda da bu acıyı hissediyorsunuz..
Ülkelerinden uzakta yaşamaya mecbur bırakılmış siyasi mültecilerin, pek çok yönden soğuk buz gibi bir şehir olan Stockholm de kesişen yaşamları..
Sevdiklerinden ailelerinden dostlarından yurtlarından ayrı, uzak yaşamaya mahkum edilen mültecilerin yürek burkan acı ve hüzün dolu yaşamları..
Bir yabancı memlekette sürekli sığıntı bir misafir gibi yaşamak..
Bu romanda ilginç bir tarz kullanmış Livaneli..
Bir, Yazarın gözünden okuyoruz karakterleri olayları. Hemen ardından aynı olayları bir de romanın ana karakteri olan Saminin gözünden okuyoruz. Olayları birde kendi penceresinden anlatıyor.. bazan yazarı eleştiriyor..

Latin ateşi Şilili Clara da aklımda kaldı .. :))

Sevgili Yaşar Kemal, romanı çok güzel değerlendirmiş ;
"Gerçek bir şaheser! Teknik ve psikolojik olarak mükemmel! Öldürmek mi bağışlamak mı ikilemini en iyi veren roman."

Altı çizilenler
Çocukluğunda yalnız kalan insanlar genellikle bir sanat başarısıyla kendilerini göstermek isterler. Bu yüzden bütün sanatçıların çocukluk dönemlerinde kendilerini arkadaşlarından ayıran bir ameliyat, bir hastalık ya da sakatlık geçirdiklerine ve bu nedenle biraz uçuk olduklarına inanırım./sf:28
İnsanları konuşarak tanıyamazsınız. Konuşmak, canlı yaratıklar arasındaki en etkisiz iletişim aracı. Dil, yalan söylüyor, olanları çarpıtıyor, insanlığın hiç bıkıp usanmadığı klişeleri tekrarlıyor. Bu yüzden insanları dinlemek, onları anlamak için yeterli değil../sf:28
Ben ömrüm boyunca bir köpek olarak yaşamıştım ama artık kesin kararım, bir kediye dönüşmekti. Kedi olacaktım.
…. Bütün bunlar bir köpek gibi bağlanmam, sevgi ve merhamet dilenmem yüzünden başıma gelmişti. İnsan denilen yaratıklara ilişkin düşüncelerimin yanlışlığı yüzünden. Dünyayı aydınlık ve sıcak, merhametli bir yer gibi düşünmem yüzünden. Bütün köpekler saftır zaten.
Oysa şimdi bir kediyim ben: uzak, denetimli, soğukkanlı ve güçlü bir kedi. /sf:30,31
Hiçbir zaman, hiçbir şeye ihtiyacı olmayan, bağlanmayan, sevmeyen, sevilmeyen muhteşem yaratık. Niye bazı kültürlerde kediye tanrı olarak tapıldığını anlamaya başlamıştım./sf:48
Bir zamanlar insanların niye ot yiyen canlıları yediklerine takmıştım kafamı. İstisnalar bir yana bırakılırsa canlılar dünyasının etoburları, birbirlerini değil, otla beslenen hayvanları yiyorlardı. Ormanda et yiyenler birbirlerine saldırmıyorlardı. Yem olma kaderi sadece ceylanlara, keçilere, koyunlara, tavşanlara, ineklere kısacası otla beslenenlere aitti. Onlar zararsızdı. Otla besleniyor, kimseye saldırmıyor ve dünyaya zarar vermiyorlardı. Bu yüzden kurban oluyorlardı işte. /sf:50
 

Bugün Dünya Su Günü

1993 yılında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu,
22 Mart tarihini "Dünya Su Günü" olarak ilan etti.
Dünya Su Gününü kutlarken, su tüketimi konusundaki bilinç ve duyarlılığımızın gelişmesini dilerim.
Sadece aşağıdaki kısa bilgiyi okumak bile konunun ne kadar önemli olduğunu gösterir diye düşünüyorum.  
“Türkiye 2030'da Su Fakiri Ülke Konumuna Gelecek
Türkiye, sanıldığının aksine su zengini bir ülke değildir. Yılda kişi başına düşen kullanılabilir su miktarı 8.000-10.000 m3 olan ülkeler su zengini, 2.000 m3'den az olanlar su azlığı çeken, 1.000 m3'ten azı da su fakiri ülkeler arasında kabul edilmektedir. DSİ'nin verilerine göre ülkemizin tüketilebilir yerüstü ve yeraltı su potansiyeli yılda ortalama toplam 112 milyar m3'tür ve Türkiye, kişi başına ortalama 1.500 m3 ile su azlığı yaşayan bir ülkedir. Türkiye İstatistik Kurumu 2030 yılında ülke nüfusumuzun 100 milyon olacağını öngörmektedir. Mevcut kaynakların tamamının bozulmadan korunduğunu varsaysak bile 2030 yılı için kişi başına düşen kullanılabilir su miktarının 1.000 m3/yıl civarında olacağı söylenebilir.”/ http://www.tema.org.tr

13 Mart 2013 Çarşamba

Tarkan 'ın 8 Mart mesajı

8 Mart'ın üzerinden epey geçti ama yine de duygularımı yazmak istedim.
Tarkan'ın 8 Mart üzerine söylediği sözler kamuoyunda çok etkili oldu. Bu yıla damgasını vurdu. Vicdan ve merhamet duygusu olan tüm insanların yüreğine su serpti. Duygularına tercüman oldu.
Toplumun ikiyüzlü sahtekarlığını o kadar güzel bir üslupta dile getirdi ki.
Bu güzel sözleri için, sosyal sorunlara, çevre sorunlarına duyarlılık gösterdiği için Tarkanı tüm kalbimle alkışlıyorum.
Örnek bir insan. Örnek alınacak iyi kalpli bir güzel insan..
Bir yanda bütün işi gücü, daha fazla reyting, daha fazla popüler olmak, daha fazla para kazanma olan sanatçılar.. Şöhretten paradan başka hiçbir şey düşünmeyen sanatçılar.. Ürettiği sanatı da sadece para ve şöhret için yapan sanatçılar..
Öte yanda insanlığa katkıda bulunmak, insanları mutlu etmek, eğlendirmek, insanların insani ve estetik duygularını geliştirmek v.s gibi güzel amaçlarla sanat üreten sanatçılar.
Elbette insanın para ve şöhret istemesi çok doğal.. bunda bir kötülük yok. kötü olan, çirkin olan salt para ve şöhret için yaşamak. Bunun dışında hiçbir sosyal soruna, hiçbir çevre sorununa karışmamak umursamamak ilgilenmemek..
Bir yandan sanatını icra ederken, öte yanda sosyal sorunlara, çevre sorunlarına duyarlılık göstermek mümkün.
Bunun güzel bir örneğini sunuyor Tarkan.
İyi ki Tarkan gibi gurur verici değerlerimiz var..
İşte Tarkanın o güzel mesajı;

 "8 Mart Dünya Kadınlar Günü, aslında takvimimizin çok derin acılarla yüklü bir günüdür ve kutlanacak bir gün de değildir bence…

Anneyi, anneliği kutsal sayan bu toplumda erkekler ne yazık ki hâlâ kadınları, kızları öldürüyor! Bu çelişkiyi anlamak mümkün değil!

Bir yandan annesini, anneliği kutsuyor; diğer yandan başka annelere, anne adaylarına işkence ediyor, dövüyor. Hatta emeklerini sonuna kadar sömürüyor. Onların özgürlüğünü ellerinden aliyor.

Kutsalla namus arasında sıkışmış bir erkekliğin zorbalığı tetikleyen hastalıklı zihnidir bu…

Öyle bir erkek zihni oluşturulmuş ki, sadece kendi var oluşunu kabul ediyor; yakınlarındaki kadınlara, kendi izni ve onayı dışında var olma, gelişme, düşünme, hissetme, konuşma şansı tanımıyor... Onaylamadığı bir durumla karşılaşınca da, zihninin doğruladığı herhangi bir gerekceye sığınıp onlara her türlü şiddeti uyguluyor, hatta öldürüyor, bazen de diri diri toprağa gömüyor…

Bu günün kutlanması için;

Erkek zulmüne uğramakta olan bütün kadınların acılarının dinmesi, ölüm ve şiddet riskinden kurtulmaları, çocuk gelinlerin kurtarılmaları ve bütün kadınların özgürleşmeleri gerekir...

Hukukun, şiddete maruz kalan kadınları daha fazla desteklemesi gerekir...

Hepimizin, kadınlara uygulanan şiddete karşı bilinçlenmesi ve sonuna kadar savaşmasi gerekir...

8 Mart, ancak o zaman kutlanacak bir gün olur..."


8 Mart'ın anlamı yada anlamsızlığı üzerine benim de duygu ve düşüncelerimle örtüşen harika bir yazıyı da Yazgüneşi Neslihanın bloğunda okudum. Okumak için TIK TIK.