Hrant Dink’in katledilişinin sekizinci yılında, Agos
Gazetesi’nden kalabalığa seslenen Murathan Mungan'ın okuduğu metnin tamamı
şöyle:
"Merhaba arkadaşlar, Hrant Dink’in değerli ailesi ve dostları,
hakikat ve adaleti kıymet bilenler, hepinizi sevgi ve saygıyla selamlıyorum.
Sekiz yıldır her 19 Ocak’ta olduğu gibi, bugün gene burada
Hrant Dink için toplanmış bulunuyoruz. Ölümünden sonra milyonlarca kalbin
evladı olan Hrant Dink için... 2007 yılında onun öldürülmesinin hemen ardından
yazdığım “Cinayetin arkasındaki en büyük örgüt” başlıklı yazım şöyle başlıyor:
“Söylenecek sözün çokluğu bazen insanı dilsiz bırakır.
Tıkanır, kalırsınız. Haklılığın suskunluğu, diğer suskunluklara benzemez; düğümü
zor çözülür.(...) Tek başına zaten yeterince trajik ve yaralayıcı olan bu ölüm,
aynı zamanda yakın tarihi ürperterek çağrıştırdıkları, hafızadan geri
çağırdıklarıyla da kavurucuydu. Her yeni ölüm, diğer ölümleri de ilk gün
acısıyla diriltir.
Kaç kitap yazarsanız yazın, bazen böyle dilsiz kalırsınız.”
Bugün sözlerimi, o gün kaldığım yerden sürdüreceğim:
dilsizliğin her çeşidinin yaşandığı bu ülkede ölenler, öldürülenler,
katledilenler biz onlardan sonra birkaç kelime daha fazla söyleyebilelim, diye
öldüler. Dilimizdeki kilitler çözülsün diye, dilsizi olduğumuz hakikatler
içimizi daha fazla kavurup yakmasın diye... Onca zaman, bunca kayıp, bunca
ölümle hem tarih içinde kilitli kalmış, hem zaman içinde yol almış o fazladan
birkaç kelimeyi bugün en azından onlara, onların hatırasına borçluyuz. Baskıcı
iktidarlar korkunun bulaşıcı olduğunu bilir, bu yüzden toplumun korkularını
sürekli diri tutmaya çalışırlar; onların bilmediği cesaretin de bulaşıcı
olduğudur. Bu yüzden hayatın ve dünyanın gözlerinin içine bakarak cesaretle
konuşmalıyız. O kelimelerin bizden başka sahibi yok! Bunu hiç unutmamalıyız.
Hrant Dink’in öldürülmesinin ardından sekiz koca yıl geçti. O
yıl doğan çocuklar dillendi; okuma yazmayı söktü. Oysa Hrant Dink’in ölüsü,
gerçek hikâyesi aydınlatılmamış bir cinayetin kurbanı olarak hâlâ bu kaldırımda
yatıyor. Dünyayı kaybıyla ıssızlaştıranlar hatıraları ve emanetleriyle
çoğaltırlar... Ve emanetin başını bekleyen bizler sekiz yıldır burada toplanıp
adalet ve hakikat arayışımızı dillendiriyor, Hrant’ın ölüsünü unutkanlığın
zalim ellerine teslim etmeyeceğimizi haykırıyoruz. Ayrıca Hrant Dink
cinayetini, kendi siyasi projeleri için araçsallaştırmaya çalışanların
emellerine terk etmeyeceğimizi de belirtmek istiyoruz. Bu sekiz yıl boyunca
adalet yerinde sayarken pek çok şey söylendi, yazılıp çizildi. Bugüne, bana
varıncaya dek sözler seyrelip azaldı belki, ama acılar azalıp seyrelmiyor.
Yerini bulmamış bir adaletin sancısı yüreklerde zonklamasını sürdürüyor;
vicdanları sızlatmayı, aklımızı acıtmayı sürdürüyor. Dahası, o günden bu yana
adlarını tek tek sayamayacağım her yeni kurban ve her yeni ölümle birlikte,
Hrant Dink bir kez daha burada, bu kaldırımda vurulup öldürülüyor. Yerini
bulmamış adalet, katillerini ve kurbanlarını çoğaltır. Gene öyle oluyor. Çünkü
tetiği çeken parmaklar değişse de, cinayetin arkasındaki en büyük örgüt aynı.
Adı “faili meçhul”, ama kendisi “faili belli” onca cinayetin işlendiği bu
ülkenin değişmeyen kara gerçeği, bizi her seferinde aynı sözleri tekrara mahkûm
ediyor. İktidarlar ve koltuk sahiplerinin maskeleri değişse de hiç değişmeden
süren merkezi despot devlet geleneğinin elleri her seferinde gene aynı karanlık
oyunu tezgâhlıyor. 1938’te Dersim kıyımını, 1978’te Maraş katliamını yapanlar,
1955’te 6-7 Eylül olaylarını başlatanlar, 1993’te Madımak Oteli’ne sığınan
canları yakanlar, 2011’de Roboski’yi bombalayan kişiler ve zihniyetler aynı.
500’ü aşkın haftadır Galatasaray’da diz çürüten cumartesi annelerinin
bağırlarını yakanlar da aynı. Adında “adalet” sözcüğünü taşıyan bir partinin on
iki yıldır iktidarda olduğu bir ülkede yıllardır adalet bekliyoruz. Gelmiyor!
Arkadaşlar, bu ülkede insanlar yalnızca dostlarının değil,
düşmanlarının da kendilerine benzemesini isterler. Kendisine benzesin ki,
kiminle mücadele ettiğini, neyle savaştığını tanıyıp bilsin isterler.
Birbirlerine benzeyenler birbirlerinin silahlarını, yaralarını, oyunlarını ve
nefretlerini tanırlar. Sevginin sahtesi olur, ama nefretin olmaz. Oysa Hrant
Dink onlara benzemiyordu. Çünkü onların bilmediği bir Türkçeyle konuşuyordu,
onların bilmediği bir Ermeniceyle konuşuyordu. O, tüm halkların eşitliğine ve
kardeşliğine inanmış biri olarak, barışın diliyle konuşuyordu. Laf olsun diye
edilmiş temenni türünden bir barışın değil, sahici, hakiki, kalıcı ve sürekli
kılınmasını istediği bir barışın diliyle... Kan kamaştıran savaş sözcükleri
yoktu onun sözlüğünde, kin tazelemek için değil, hafıza tazelemek için söz
alıyordu; insanları hınç bilemeye, ödeşmeye, intikam almaya değil, geçmişiyle,
şimdisiyle ve kendiyle yüzleşmeye çağırıyordu. Türkleri ve Ermenileri “ebedi
düşman” rolüne kapatıp kindarlığa kilitleyen tüm politikalara karşı çıkıyordu.
Ötekileştirmenin dışlayıcı, düşmanlaştırıcı, şeytanlaştırıcı dilinden çok uzak
bir dille konuşuyordu. Onların hiçbir zaman bilmediği; bilmek, öğrenmek
istemediği yabancı bir dildi bu. Bu nedenle Hrant Dink Ermeniliğiyle “öteki”,
diliyle “yabancı”ydı onlara. Hrant’la birlikte öldürülmek istenen işte bu
dildi. Bir türlü hazmedemedikleri bu barış dili, dünyayı kardeşliğe çağıran bu
insancıl dil... Bugün belki de her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyduğumuz
bir dil.
Arkadaşlar, katillerin her infazla birlikte tabancalarına
çentik attıkları İkinci Meşrutiyet öncesinden bugüne, örgütlü, tasarlanarak
işlenen gazeteci cinayetlerinin uzun listesinde Hrant Dink, siyasal bir
cinayete kurban giden 62. kişiymiş. Ülkemizin hemen her güne siyasal bir
cinayetin, bir katliamın, bir toplu kıyımın düştüğü “Resmi Tarih Ajandası”nda,
kaderi 19 Ocak 2007’ye düşen, sözünün bedelini, vicdanının maliyetini canıyla ödeyen
62. kişi...
Bu yüzden aradan geçen sekiz yıl boyunca yetişen yeni
kuşaklar ve sislenen hafızalar için belki de Hrant Dink’i yeniden anlatmak,
yeniden hatırlatmak gerekiyor:
O, sadece Ermeni halkının bir sözcüsü değil, tüm Türkiye’nin sesiydi. Ezilen, dışlanan, sömürülen tüm kesimlerin sesi. Bugün aramızda olsaydı, Gezi Parkı Direnişi’nde bizlerle saf tutacak, tarih boyunca 76 kez kıyıma uğramış, Ortadoğu’nun en kimsesiz, en sahipsiz halkı olan Ezidilerin yanında yer alacaktı. Hrant Dink yaşamı boyunca kendine ve değerlerine sadık kalmış biri olarak uzlaşmacı ama ödünsüz tutumuyla bu ülkede pek çok şeyi değiştirdi. Hatta ölümü bile çok şey öğretti bize. Hiçbir çevrenin, hiçbir iktidar odağının hoşuna gitmeye, gözüne girmeye çalışmadan, doğru bildiklerini söyleyip inandıklarını savundu. Onun ve benzerlerinin verdiği mücadele, onların ölümleriyle birlikte kesintiye uğrayacak bir mücadele değildir. Burada ve meydanlarda toplanan kalabalıklar da zaten bunu gösteriyor.
O, sadece Ermeni halkının bir sözcüsü değil, tüm Türkiye’nin sesiydi. Ezilen, dışlanan, sömürülen tüm kesimlerin sesi. Bugün aramızda olsaydı, Gezi Parkı Direnişi’nde bizlerle saf tutacak, tarih boyunca 76 kez kıyıma uğramış, Ortadoğu’nun en kimsesiz, en sahipsiz halkı olan Ezidilerin yanında yer alacaktı. Hrant Dink yaşamı boyunca kendine ve değerlerine sadık kalmış biri olarak uzlaşmacı ama ödünsüz tutumuyla bu ülkede pek çok şeyi değiştirdi. Hatta ölümü bile çok şey öğretti bize. Hiçbir çevrenin, hiçbir iktidar odağının hoşuna gitmeye, gözüne girmeye çalışmadan, doğru bildiklerini söyleyip inandıklarını savundu. Onun ve benzerlerinin verdiği mücadele, onların ölümleriyle birlikte kesintiye uğrayacak bir mücadele değildir. Burada ve meydanlarda toplanan kalabalıklar da zaten bunu gösteriyor.
Bu coğrafyanın halkları düzayak yapılmış çözümlemeler,
üstünkörü saptamalarla ışıklandırılamayacak kadar karmaşık, çok katmanlı bir
geçmişten, tarihin labirentinde kaybolmuş pek çok hikâyenin içinden geçip
geliyor. Bu nedenle Hrant Dink de, Ermeni sorununun çözümü için yeni bir dil ve
her iki tarafın da ezberlerinin dışına çıkan yeni bir yaklaşım gerektiğini
düşünüyordu. Bu topraklarda yaşayan insanların bu konuyu her yönüyle konuşarak,
birbirlerini tanıyarak, birbirlerinin hikâyelerini dinleyerek, birbirlerinin
acılarını anlayarak, birbirlerine değerek, dokunarak, zamanla bu sorunu
barışçıl bir çözüme kavuşturabileceğine inanıyordu. Her iki topluluğun da
hatıraları ve hafızaları arasında bir diyalog kurulması gerektiğine inanıyordu.
Böylelikle resmi hafızaların yerini artık sivil hafızaların alacağını ümit
ediyordu. Ermeni sorununu, emperyal güçlerin uluslararası masalarda Türkiye’ye
karşı elinde tuttuğu bir koz olmaktan çıkaracak olan şeyin, halkların kendi
arasında geliştireceği bu diyalog zemini olacağına inanıyordu. Bu yüzden Hrant
Dink’in bu konuyla ilgili rüyalarından biri, iki halkın birbiriyle kaynaşmasını
sağlayacak Ermenistan-Türkiye sınır kapısının açılmasıydı. Dostlar, arkadaşlar,
ölülerimizin sadece hatıralarına değil, rüyalarına da sahip çıkmamız gerekir.
İşte bugün o kapının açılması, pek çok şeyin kapısının da açılması demek
olacaktır. O kapının açılması, yüzyıldır Ararat dağının doruğuna çöken sisin
dağılması olacaktır. O kapının açılması 2015 yılına çok yakışacaktır.
Dostlar, arkadaşlar, çoğunuzun bildiği gibi bu topraklarda
her inkârın ardında yakın ya da uzak tarihli toplu mezarlar yatar. Hrant
Dink’in öldürülüşünün sekizinci yılı, gene bildiğiniz gibi aynı zamanda 1915
Ermeni soykırımının yüzüncü yılıdır. Ermeni soykırımının reddi, inkârı
Türkiye’nin yüzyıllık yalnızlığıdır. Tarihte, hafızada, akılda, vicdanda ve
dünyadaki yalnızlığıdır. Türkiye’nin bu yüzyıllık yalnızlığı artık son
bulmalıdır. Bu ülke geçmişin hayaletlerinden korkmayarak tarihiyle yüzleşmeli,
geçmişte yaşananlara ilişkin sorumluluklarını üstlenmeli ve bu karanlık mirasın
kahredici ağırlığından kurtulmalıdır. Bunu, dünyanın azarlayan bakışları ya da
başkalarının onayları için değil, kendisi için istemelidir. Geçmişten günümüze
işlenen bunca cinayetin seyircisi bir toplum olmaktan kurtulmanın bir yolu da
budur. Çünkü biliyoruz ki, mücadele edilmesi gereken halklar, uluslar değil,
zihniyetlerdir. Uzun bir süredir bu ülkede sistemli olarak ve giderek tırmanan
bir biçimde toplumsal kutuplaşmalar yaratılıyor, düşmanlıklar körükleniyor,
bizzat devleti yönetenler şiddet amigoluğu yapıyor. Oluşturulan bu
alacakaranlık kuşağını andıran siyasal iklimle, Türkiye adeta adım adım Enver
Paşalarla, Talat Paşalarla gecikmiş randevusuna sürükleniyor. “Edirne’den
Ardahan’a bölünmez,” dedikleri vatan, Susurluk’tan Roboski’ye parça parça
edildi, ediliyor.
İşte bu yüzden biz Hrant için, adalet için sekiz yıldır
haykıranlar artık demokrasinin karikatürünü değil, kendisini istiyoruz. Acilen
demokrasi ve koşulsuz ifade özgürlüğü istiyoruz. Kapalı kapılar ardında
tezgâhlanan karanlık oyunların göstermelik demokrasisini değil, günışığı
demokrasisi istiyoruz. Laiklikten ödün vermemiş bir demokrasi istiyoruz.
Kimsenin kimsenin kanına, canına susamadığı bir toplumda, kurban almadan ve
kurban vermeden yaşamak istiyoruz. Hemen her gün bir kadın cinayetinin
işlenmediği, transların, eşcinsellerin öldürülmediği, çocukların devlet
kurşunlarıyla katledilmediği bir ülkede yaşamak istiyoruz. Etnik, kültürel,
dinsel, cinsel her çeşit ayrımcılığın ortadan kalktığı, kimsenin kimsenin yaşam
biçimine, diline, dinine, mezhebine, inancına ya da inançsızlığına karışmadığı,
herkesin eşit haklara sahip yurttaşlar olduğu, demokratik olgunluğa erişmiş bir
toplumda barış, kardeşlik ve dayanışma içinde yaşamak istiyoruz. Ağaca, suya,
parka, koruya, ormana, herkesin ve her canlının yaşam hakkına saygılı çok
dilli, çokkültürlü, çok renkli bir toplum olarak yaşamak istiyoruz. Vesayet
biçimlerinin tümüne kayıtsız şartsız karşı çıkıyor, 12 Martların, 12 Eylüllerin
apoletleriyle ılımlı kindarlık, kravat takmış yobazlık arasında seçim yapmak
istemiyoruz.
Bugün burada basın özgürlüğünü savunmak için “Je suis Charlie
Hebdo” diyorsak, kimilerinden farklı olarak 1994’te Istanbul’da “Özgür Ülke”
gazetesi bombalandığında sokaklara çıkmış olmanın gönül rahatlığıyla diyoruz.
Arkadaşlar, Hrant Dink’in ölümüyle bu ülke sadece kıymetli
bir evladını kaybetmedi, aynı zamanda önemli bir gazetecisini de kaybetti.
Gazetecilik mesleğinin çok büyük ölçüde haysiyet kaybına uğradığı böyle bir
dönemde, onun ve onun gibi gazetecilerin yokluğu daha çok hissediliyor. Sırf bunun
için bile, Hrant Dink’in dördüncü çocuğu olan “Agos” gazetesine, onun emanetine
de sahip çıkmamız gerekiyor.
Dilerim, Hrant Dink ve benzerlerinin uğruna öldükleri
doğrular, çok uzak olmayan bir gelecekte, günışığı görmüş bir demokraside,
barış içinde bir arada yaşayan bir toplumda gündelik hayatın sözü bile edilmeye
değmeyecek sıradan gerçekleri olur!
Gene dilerim, yakın bir gelecekte adalet yerini bulur,
sonraki yıllarda burada toplanacak olanlar, hâlâ sonuçlanmamış bir hak ve
adalet arayışı için değil, sadece Hrant’ı ve hatıralarını yâd etmek için bir
araya gelirler.
Sözlerimi sonlandırırken, Dink ailesini muhabbetle kucaklar,
hepinizi yeniden sevgi ve saygıyla selamlarım."
-- English -
Below is the full text of Murathan Mungan’s speech:
Hello friends, Hrant Dink’s dear family and friends, all
those who uphold truth and justice, I greet you all with deep affection and
respect.
We are assembled here once again for Hrant Dink, as we have
done for the last eight years on the 19th of January, for Hrant Dink who became
the son of millions of hearts after his death... “The Largest Organisation
Behind the Murder” was the title of a piece I had written in 2007 immediately
after he was murdered, it begins like this:
“There are times when one remains speechless in the face of
so much to be said. You choke, unable to utter a single sound. The silence of
being right is unlike other silences; its knot is not easily undone. (...) This
death, which was tragic and hurtful enough in and of itself, was also
devastating with what it chillingly brought back from recent history, from
revived memories. Each new death, brings back to life other deaths with the
same pain felt on the first day of those deaths. No matter how many books you
may have written, it is at moments like these that you remain speechless.”
Today I will begin speaking from where I left off then: in
this country where all forms of speechlessness exist, those who died, who were
killed, who were massacred gave their lives so that we who remain would be able
to say a few words more after them. So that the locks on our tongues could be
broken, so that the burning truths which have kept us speechless would not
devastate us even more... Those few words more, which have remained locked up
in history and which have made their way in time for so long, with so many
losses and so many deaths... more than anything, we owe those few words more to
them, to their memory. Repressive regimes know that fear is contagious, this is
why they try to keep people’s fears alive. What they don’t know is that courage
too is contagious. This is why we need to look into the eyes of life and the
world, and speak with courage. Those words belong to no one else but us! We
must never forget that.
Eight long years have gone by since Hrant Dink was killed.
Babies born then have learned to speak, to read and write. The dead body of
Hrant Dink, however, still lies spread on this sidewalk as the victim of a
murder, the true story of which has still not been brought to light. Those who
leave the world in desolation with their loss, multiply life with their
memories and with what they have entrusted us... And we who are watching over
that entrusted legacy have been meeting here for the last eight years to voice
our quest for justice and truth, to cry out that we will not abandon Hrant’s
dead body to the ruthless hands of oblivion.
We also want to make it clear that we will not abandon the
Hrant Dink murder to the designs of those who try to instrumentalise this
murder for their own political projects. So much was said and written during
these eight years while justice remained frozen in its steps. Perhaps those
words have thinned out with time, but the pain has not. The pangs of a
non-executed justice continue to throb in our hearts, they continue to wring
our consciences and to hurt our minds. Whatsmore, with each new victim whose
names are uncountable here, with each new death since that day, Hrant Dink is
slain once again and killed on this sidewalk. When justice remains undone, it
multiplies its murderers and its victims. That is what’s happening once more.
For even if the fingers drawing the trigger may change, the largest
organisation behind the murder remains the same. The unchanging ominous truth
of this country where so many murders are classified as “perpetrator unknown”
but whose perpetrators are “obvious”, forces us to utter these same words over
and over again. Even if governments and the masks of those in power change, the
hands of the unchanging despotic central state tradition keep staging the same
murky game each time. Those who carried out the Dersim carnage in 1938 and the
Maraş massacre in 1978, those who instigated the 6-7 September events in 1955,
those who burned alive the demonstrators seeking refuge in the Madımak Hotel in
1993, those who bombed Roboski in 2011 are all the same, and so is their
mindset. Those who have wrought the hearts of those Saturday mothers kneeling
on the sidewalks of Galatasaray for more than 500 weeks now, are also the same.
We have been waiting for justice in a country where a party whose name includes
the word “justice” has been in power for twelve years. But justice does not
come!
Friends, people in this country do not want only their
friends to be like themselves, but also their enemies. They want their enemies
to resemble them so that they can recognise and know who and what they are
fighting against. Those who resemble one another recognise each other’s arms,
wounds, tricks and hatreds. Love can be faked, but not hatred. Hrant Dink,
however, did not resemble them. For he spoke in a Turkish and in an Armenian
which were unknown to them. As one who firmly believed in the equality and
brotherhood of all peoples, he spoke in the language of peace. Not the words of
a kind of peace to flap one’s jaws with empty wishes, but with the words of a longing
for peace which he hoped would be real, true and enduring... His dictionary did
not include words dripping with blood, he spoke not to revive hatred but to
refresh memories. He called on people
not to fuel their rancour, not to settle accounts, not to seek revenge, but to
face up to their past, to their present and to themselves. He was opposed to
all the policies condemning Turks and Armenians to act like “eternal enemies”,
trapped in a spiral of hatred. He spoke a language far removed from theirs which
branded “the other” with words of exclusion, which demonised and turned the
“other” into an enemy. To them, his was a foreign language they had never
known, did not want to know or learn. This is why in their eyes Hrant Dink was
the “other” with his Armenianness, and a “foreigner” with his language. What
they wanted to kill, alongside Hrant Dink, was precisely this language. They
could never bring themselves to accept this language of peace, this humanistic
language inviting the world to brotherhood... The language which we need
perhaps more than ever today.
Friends, there is a long list of murders which can be dated
all the way back to before the 1908 Second Constitution, murders committed in
an organised, premeditated manner against journalists where the murderers would
add a new notch to their guns with each new execution. Hrant Dink was 62nd on
this long list to have become victim of such a political murder. In the
country’s “Official History Agenda” where almost every page includes a
political murder, a massacre or a mass killing, his destiny was marked on the
19th of January 2007, making him the 62nd person who paid the price of his
words and his conscience with his life...
This is why we need to tell Hrant Dink’s story once again, to
new generations who have grown up in these last eight years as well as to
refresh some blurred memories. He was not only the spokesperson for the
Armenian people but the voice of all Turkey. The voice of all those who are
repressed, excluded and exploited. If he were with us today he would have been
in our ranks in the Gezi Resistance and stood side by side with the most
desolate, most forlorn people of the Middle East, the Yezidis who have been
massacred 76 times throughout history. As a person who remained loyal to his
values and to himself all his life, Hrant Dink changed so many things in this
country with his reconciliatory but uncompromising stand. Even his death taught
us so much. He spoke what he thought was right and defended what he believed
in, without trying to please or win the favour of any group or of those
wielding power. His struggle, like that of so many of his kind, is not one to
come to a halt with his death. The crowds gathered here and everywhere are
ample proof of this.
The peoples of this part of the world have paved their way
through a complex, multi-layered past, which cannot be elucidated with
simplistic analyses or slipshod assessments. They have gone through so many
stories lost in the labyrinth of history. This is why Hrant Dink believed there
was a need for a new language to resolve the Armenian question and a new
attitude going beyond the stereotyped discourse of both sides. He believed that
with time the peoples of these lands could resolve this question in a peaceful
way by talking about it in all its aspects with each other, by getting to know
one another, by listening to one another’s stories, by understanding one
another’s sufferings, by coming closer and touching one another. He believed in
the need for dialogue between the memories and memory of both communities. He
hoped in this way that official memory would finally be replaced by civil
memory. He believed that this platform of dialogue, to be elaborated by the
peoples themselves, would be the instrument to do away with the trump card of
the Armenian question, used by imperial forces in international spheres against
Turkey. This why one of Hrant Dink’s dreams was the opening of borders between
Armenia and Turkey to allow for the two peoples to commingle.
Friends, we should own up not only to the memory of our lost loved ones, but also to their dreams. And if that border were to be opened today, it would mean opening the door to so many other things. The opening of that border will scatter the heavy fog lurking over the Ararat Mountain for the last century. The opening of that border would so much become the year 2015.
Friends, we should own up not only to the memory of our lost loved ones, but also to their dreams. And if that border were to be opened today, it would mean opening the door to so many other things. The opening of that border will scatter the heavy fog lurking over the Ararat Mountain for the last century. The opening of that border would so much become the year 2015.
Friends, as many of you know so well, behind every denial in
these lands lie mass graves, be they dug long ago or recently. The eighth year
of Hrant Dink’s murder coincides, as you also know very well, with the
centenary of the 1915 Armenian genocide. The denial of the Armenian genocide is
Turkey’s 100 year-long solitude. Its solitude in history, in memories, in
minds, in consciences and in the world. Turkey’s 100 year-long solitude should
finally come to an end. This country should come to terms with its history
without fearing the ghosts of the past, acknowledge its responsibility for what
happened in the past and free itself from the devastating weight of this dark legacy.
It should desire to do so not because of the reproval of the world or to seek
approval from others, but for its own good. This also means for this society to
free itself from remaining a spectator to so many murders committed in the past
and up to our day. For we know well that struggle is needed not against
peoples, not against nations, but against mentalities. For a very long time
now, social polarisation is being systematically and increasingly instigated in
this country. Enmity is fuelled and those in government are the very
provocateurs of violence. In this political atmosphere, more like a twilight
zone, Turkey is almost being dragged back step by step to its belated
rendezvous with the Generals Enver Pasha and Talat Pasha. The motherland they claim
“indivisible from Edirne to Ardahan” has been and is still being shattered into
pieces from Susurluk to Roboski.
This is why we who have been raising our voices for Hrant,
for justice, no longer want a caricature of democracy, but democracy itself. We
urgently demand democracy and unconditional freedom of expression. We do not
want the sham democracy of obscurantist tricks staged behind closed doors, but
a democracy of daylight. We want a democracy which makes no concessions on
secularism. We want to live in a society where no one is thirsting for the
blood of others, where we can live without being or making victims. We want to
live in a country where women are not murdered, where trans-individuals and
gays are not killed, where children are not massacred by government bullets
almost every day. We want to live in peace, brotherhood and solidarity in a
society where all kinds of ethnic, cultural, religious or gender-based
discrimination have been done away with, where no one interferes in one
another’s lifestyle, language, religion, confession, beliefs or non-beliefs,
where everyone enjoys their rights as equal citizens, where citizens have
attained democratic maturity. We want to live as people who respect the right
to life of everyone and of every living being, of trees, of water, of parks, of
woods and of forests. We want to live our lives as a multi-lingual,
multi-cultural, multi-coloured people. We are unconditionally opposed to all
forms of tutelage and we do not want to have to make a choice between the
shoulder straps of the 12 March, 12 September coups and a moderate
vindictiveness, a tie-wearing bigotry.
If we stand here today to say “Je suis Charlie Hebdo” in
defense of the freedom of the press, we do so, unlike some others, with the
clear conscience of those who took to the streets in protest when the “Özgür
Ülke” (Free Country) newspaper was bombed in Istanbul in 1994.
Friends, with Hrant Dink’s death this country not only lost a
valued son, it also lost one of its eminent journalists. At a time when
journalism is losing its dignity in great measure, his loss and the loss of
other journalists like him is bitterly felt. This in itself is reason enough
for us to own up to Hrant Dink’s fourth child, the newspaper “AGOS” and its
legacy.
I sincerely wish that the truths for which Hrant Dink and
others like him laid down their lives will, in a not too distant future, become
ordinary realities not even worth mentioning in a democracy bathing in
daylight, in a society living together in peace!
I also wish that justice will come about in a near future and
that those who will reassemble here in coming years will do so not to seek
justice and rights which remain in waiting, but only in remembrance of Hrant
and of memories of him.
In concluding my words I would like to lovingly embrace all
members of the Dink family, and greet you all once again with deep affection
and respect.
Kaynak : http://www.agos.com.tr/en/article/10280/murathan-mungan-they-wanted-to-kill-the-language-of-peace