27 Temmuz 2024 Cumartesi

995 km - Murathan Mungan

 

Okudum bitti. Çok etkileyici, aynı zamanda ürpertici. 

Örgüt adına çalışan bir tetikçinin hem dış dünyasını, hem iç dünyasını gözlemliyorsunuz. 

Sıradan, kendi halinde insanlar, örgütlerin ağına düşünce nasıl da korkunç canavarlar haline dönüşüyorlar. 

90 lı yıllar, Güneydoğu Türkiye, Diyarbakır, Adana, Alanya, 

Siyasi cinayetler, faili meçhul cinayetler, siyasal islamcı örgütler,  kanlı terör örgütleri, derin devlet, gizli servisler, v.s. üzerine derin düşüncelere yönlendiriyor. 

................. 

Kitap hakkında yazılan iki güzel değerlendirme;

Gazete Duvar’dan, Barış Hakan Karayavuzoğlu şunları yazmış ;

Romanın türü, yayınevinin kapak yazısında belirttiği gibi, "kara polisiye". Kara polisiye, polisiye edebiyatının alt türüdür. Kara polisiye romanlarda suçun çözümüne odaklanmak yerine, suçun toplumsal ve psikolojik nedenleri, suçlunun karakteri ve motivasyonu, suçun etkilediği insanlar ve ortam gibi unsurlar ön plana çıkar. Mungan, bu türü kullanarak Kürt sorununu, faili meçhul cinayetleri, isimsiz başkahramanı ve devletin rolünü ele alıyor. Edebiyatımızda ender rastlanan, beklenmedik bir başkahramanın anlatıları ve gözlemleriyle, yaşanmışlıklarıyla ülkenin karanlık bir dönemini anlatıyor. Mungan, karanlık bir bölgeden başkahraman aracılığıyla bir ışık yakalıyor ve okuru bu ışıkla aydınlatmaya çalışıyor.

Mungan’ın kitabına Türkiye’nin yakın tarihi demek biraz hafif bir tanımlama oluyor, kitap Türkiye’nin kanlı ve karanlık bir tarihinin tanıklığını yapıyor.

https://www.gazeteduvar.com.tr/murathan-munganin-995-kmsi-yas-aci-ve-yuzlesme-haber-1650282

 K24’ten Sırma Köksal da, şunları yazmış;

 995 km her ne kadar polisiye kurguyla yazılmış olsa da aslında bir korku romanı. Buranın coğrafyası ve hafızasıyla çatılmış öyküsü bize özgü bir şiddet-korku-iktidar sarmalını anlatıyor.


https://www.k24kitap.org/kritik/polisiye-kurguyla-yazilmis-burali-bir-dehsetin-romani-dunya-mi-kucuk-biz-mi-her-yerdeyiz-4339

 


10 Haziran 2024 Pazartesi

Ateş ve Kılıç – HENRYK SIENKIEWICZ

 

Başlıca karakterler ;

Jan Kretuski : Leh subayı, teğmen, albay

Prenses Helen Kurcewicz : Kazak 

Dük Yarema Wisniowieçki : Leh

Onufry Zagłoba

Bogdan Şmielniçki : Ukrayna Kazaklarının başı

Longinus Podbipięta : Litvanyalı, bakir asker, dev kılıcın sahibi

Bohun : Kazak savaşçı

 

Kitabın yazarı, Henryk Sienkiewicz, (1846, Polonya – 1916, İsviçre) 1905 Nobel Edebiyat ödülü alan Polonyalı yazar. muhafazakar, ulusalcı bir kimliğe sahiptir.

Kitap, 1884 yılında basılmış. Gerçek tarihi olaylara dayanmaktadır. 

Bir üçleme serisinin ilk kitabıdır. 

Bir sinema filmine de uyarlanmıştır.

Romanda, 17. Yüzyılın ikinci yarısında, Kırım Tatarları ile 

Zaporojya Kazaklarının, Lehistan Krallığına isyan ederek, Lehistanlılar (Polonyalılar) la yaptıkları savaş anlatılmaktadır. 

Yazar, olayları, Leh subayların kahramanlıkları ve karşı tarafta savaşanların barbarlıkları çerçevesinde aktarıyor. 

Acımasız bir savaş, yağma, talan, katliamlar, işkenceler, yakıp yıkmalar…

Lehistan Krallığı, isyanı bastırmak ve egemenliğini tesis etmek için, 

İsyancılar ise Krallığın baskılarından kurtulmak, özgürlüklerini elde etmek için aynı şeyi yapıyorlar : acımasızca geçtikleri yerleri yakıp yıkıyorlar, yağmalıyorlar. sivil, kadın, çocuk,  asker, savaşçı ayırt etmeksizin öldürüyorlar, işkenceler yapıyorlar.    

Adı geçen Yer isimleri : Lehistan, Ukrayna, Litvanya, Lubnie, Valakya, Çerin,

Rozloghi, Çerkassi, Volinya, Dinyeper, Kırım, Siç, Kiev, Korsum, Wassilowska, 

Bialocerkiew, Progrebiç, Varşova, Polonna, Bar, Veladinka, Kamenetz, Leopol, 

Wolhinya, Raszkow


Kitaptan Altı Çizilenler ;

Sf-111 : Kazak Beyi : Gururlu beyler tarafından uzun süredir ezilen Kazak halkının kurtuluşu için savaşıyorum ben. Giriştiğimiz savaş, kutsal bir savaştır. Tanrı da bizimledir.

Sf – 131 : Ukrayna toprakları 200.000 savaşçısına terk edilmişti bir Kazak Kralının: Bogdan Şmielniçki

Sf -156 : birkaç hizmetçi kız yere yatırıldı bu taze kuvvet tarafından. Bir tanesi aşırı zorlamaya dayanamamış ölmüştü. Kazaklar bunu fark etmedi bile. Diğerlerine yaptıklarını yaptılar ona da.

Sf -169 : Biz kimseye ait olmak istemiyoruz! Toprak kimin? Soylunun. Bozkır kimin? Soylunun. Sürüler, ormanlar, sular, evler kimin? Soylunun. Eskiden toprak yalnızca tanrınındı. İlk kim yerleşirse o alırdı. Onurlu efendiler bizi tutsak gibi, köle gibi kullanıyorlar.

Sf – 191 : yirmi bin Tatar savaşçı. Kazaklar için kötü müttefiklerdi bunlar. Kentleri yağmalıyor, köylüleri tutsak edip Kırım ya da güneydeki pazarlarda köle olarak satmak üzere götürüyorlardı.

Sf – 193 : Dük Yarema ateş çemberini yararak ormanlardan çıkmayı başarmış, önüne ne çıkarsa yakıp yıkarak ilerliyordu. Jan Kretuski tarafından yönetilen bir süvari birliği iki bin tanesini öldürerek Kazak öncülerini yenilgiye uğratmıştı. Dükün kendisi de Progrebiç’i kuşatmıştı. “Onları öyle öldürün ki, geberdiklerini hissetsinler” diye buyruk vermişti adamlarına. Tutsaklar hemen asılıyor ya da kazığa oturtuluyorlardı.

Sf – 206 : “Efendimiz, Polonna’yı aldı. 10.000 kişiyi kılıçtan geçirdi. Kadınlar ve çocuklar dahil.

Sf- 228 : Halkın iyiliği için savaştığımı söylüyorum!.. Şmielniçki de aynı şeyi söylüyor. Ve ben ona hain diyorum… Tanrım, ben de başka bir Şmiel miyim? Bu kurnaz Kazak mı Cumhuriyetin gerçek düşmanı? Halkın önünde suçlanması gereken kişiler yüce soylular ve onların kibirleri, ihtirasları değil mi?

Sf-242 : Bir gün, sultana götürülen hurilerle dolu bir gemi geçirdim elime. Bütün kızları Kazaklarıma verdim, onlar bıkınca da boyunlarına birer taş bağlatıp denize attırdım.

 

 


24 Mayıs 2024 Cuma

PARANIN CİNLERİ - MURATHAN MUNGAN

 

Harika bir kitap. Yüreğine sağlık Murathan Mungan.

Kendini, çocukluğunu, eski Mardin’i, kendini bulma yolculuğunu anlatıyor.

1988-1996 yılları arasında kaleme almış bu yazıları. Yakın ve benzer bir coğrafyada, benzer bir sosyo kültürel iklimde büyüyünce, anlattıkları çok daha etkileyici ve hüzünlü geliyor. Sanki kendi anılarını okuyormuş duygusuna kapılıyor insan. O yüzden çok etkilendim. Hüzünlendim.

Benlik arayışı, taşrada yaşamanın verdiği can sıkıntısı, çocukluk ve ilk gençlik yılları, memleket özlemi, üveylik duygusunun verdiği acıları derinden hissediyorsunuz.

Altı Çizilenler ;

"O fotoğraflar, bizim olmadığımız zamanları aktarır bize. Tanımadığımız yakınlarımızı. Bizi beklemeden gidenleri. Bizim yaşadıklarımız gerçek, onların yaşadıkları masaldır sanki. Onların duruşları, pozları, bakışları, gülüşleri, giysileri, takıları, üstleri başları başka türlü büyüler bizi. Bu fotoğrafların çekildiği yerlerin ayrıntıları, hem bilmediğimiz bir geçmişin kapılarını açar bize, hem de ölümün gizine değgin özel işaretlermiş gibi görünür. Fotoğraflar yitirilmiş anları belgeler. Yitirilmiş anlar, zaman ile ölüm arasında en kısa yoldur. Elbette adını böyle koyamayız o yaşlarda ama, bunu bir duygu olarak, bir önsezi olarak derinlemesine yaşarız.”

“Babamın yine birine aşık olduğu, evini ihmal ettiği, geceleri geç geldiği, hiç gelmediği, annemle sık sık kavga ettiği birçok zamanlarda söylediğim bir şarkı oldu bu. Daha sonraki yıllarda her şeyin yolundaymış gibi göründüğü zamanlarda da, hiç kimseye aşık değilken, hiç kimseyi beklemezken bile, hüzünlendiğim kimi yaz gecelerinde, bu şarkıyı söyleyerek içlendiğim çok olmuştur.”

“Mardin’de İsmail Mungan’ın oğlu olmaktan ancak Türkiye’nin Murathan Mungan’ı olarak kurtulabilirdim.”

2 Mayıs 2024 Perşembe

Ve dağlar yankılandı –Khaled Hosseini

 

Çok etkilendim, hüzünlendim, duygulandım. Müthiş etkileyici, sarsıcı bir roman. Halid Hüseyin’den okuduğum ikinci kitap bu. Harika bir anlatımı var. Bu roman da Uçurtma Avcısı gibi çok etkilendiğim romanlardan biri oldu.

Yazar, Sovyet ordusunun Afganistan’ı işgal etmesi sonrası, ABD ye iltica eden bir ailenin çocuğu. ABD de, Biyoloji ve Tıp eğitimi aldıktan sonra cerrah olarak çalışmaya başlamış. Bu dönemde yazdığı Uçurtma Avcısı çok büyük rağbet görünce doktorluk işini bırakarak kariyerine yazar olarak devam etmiştir.

Afganistan’da yaşayan bir ailenin, 1949 yıllarından bugüne yaşam öyküsü üzerinden, bir ülkenin felakete sürüklenişine, Ortadoğuda insanların acı dolu yaşam öykülerine tanıklık ediyoruz.

Afganistan'da bir köyde başlayan ve dünyanın çeşitli yerlerine dağılan bir ailenin dramı, aile bağları, sevgi, fedakarlık, mülteci kampları, mülklerin gasp edilmesi, savaşın yarattığı iklimde gelişen büyüyen mücahitler, sonra Taliban.

Yazar, bizi Afganistan -Kabil'den başlayıp Fransa- Paris, ABD- San Francisco ve Yunanistan- Tinos adasına doğru bir yolculuğa çıkarıyor.

SSCB’nin Afganistan’ı işgal etmesiyle başlattığı savaş.

1980 lerde Sovyetlere karşı savaşan mücahitler..

Savaş’ın yarattığı mücahitler...

ABD’nin besleyip büyüttüğü mücahitler.

Mücahitler’in yarattığı iklimde gelişen Taliban...

Taliban’ın yarattığı yıkımlar felaketler.

Taliban’ın yarattığı iklimde gelişen İŞİD, El Kaide

ABD’nin El Kaide ile savaş bahanesiyle Afganistan’ı işgali.

Daha fazla yıkım, daha fazla ölümler.


Karakterler ;

Peri ve Abdullah : iki kardeş

Sabır : Peri ve Abdullah’ın babaları

Pervane : Peri ve Abdullah’ın üvey anneleri

İkbal : Peri ve Abdullah’ın üvey kardeşleri

Golam : İkbal’in oğlu

Masume : Pervane’nin ikiz kız kardeşi, engelli

Süleyman – Nila Wahdati : Kabilde yaşayan, hizmetçileri olan zengin aile

Nebi : Pervane ve Masume’nin abisi, Wahdati ailesinin hizmetinde çalışıyor

Dr Markos Varvaris  : Yunan, plastik cerrahi doktoru, insani yardım kuruluşunda çalışıyor


Kitaptan notlar :

Bir düğün yemeği : pirinç pilavı, üstü patlıcan kızartması

Okul : köy camisinin arka odası

Öğretmen Molla Şekip : çocuklara okuma yazma öğretiyor, kuran ve şiir ezberletiyor

Kabil de – Babür’ün türbesi, Darülaman Sarayı

Üvey anne Pervane, tandırda ‘nan’ yapıyor.  Sf-21

Bir ritüel –bir bebeğin doğumunu kutlama amaçlı- bir ‘motreb’ şarkı söyleyecek, biri de tef çalacak. Sf -47

Pervane ve Masume – iki kızkardeş – 13-14 yaşlarında- afyon yaprakları ile tütünü karıştırıp nargilede içiyorlar. Sf-65

Naswar tütünü çiğneme. Sf-92

Bay Wahdati’nin öğle yemeği – mercimek çorbası ve ‘nan’. Sf- 100

2002 yılları – Ahmed Şah Mesud ile Gülbettin Hikmetyar güçleri arasında savaş. sf-124

1982 – Abdullah ABD ye iltica etti. sf-161

1974- Nila Wahdati ile röportaj – Nila 44 yaşında, Peri 24 yaşında. sf-179

Calozay mülteci kampı –Pakistanda- savaştan kaçan Afganlıların kaldığı kamp. sf-257

 Altı Çizilenler :

Sayfa 330-331 : (Dr Markos) yıllar sonra şunu anladım ki – dünya sizin içinizi görmüyor, derinin ve kemiğin maskelediği umutlarınızı, hayallerinizi ve kederlerinizi zerre kadar umursamıyor.

Gerçek işte bu kadar basit, bu kadar saçma ve bu kadar gaddar. Güzellik gelişigüzel düşüncesizce dağıtılmış, hakkıyla kazanılmamış muazzam bir armağandır.

Uzmanlık alanımı Thalia gibileri düşünerek seçtim.

Bistürümin her darbesiyle bu eşitsizliği gidermek, onlara yapılan keyfi adaletsizliği düzeltmek istedim.

Sf- 365 : Amerikaya iltica eden Abdullah, kızı Peri’yi Farsça derslerine gönderiyor.

Peri çok gönülsüz olmasına rağmen baba, Peri ye şunu söylüyor : “kültür bir evse, dil de ön kapının ve içerdeki bütün odaların anahtarıdır. Onsuz darmadağın olursun. Doğru düzgün bir yuvadan, meşru bir kimlikten yoksun kalırsın.”

Sf-387 : anneme karşı çok daha müşfik olmam gerekirdi. Sevecenlik bir insanın asla pişman olmayacağı tek şey.

Yaşlandığında kendine kesinlikle şöyle demezsin : ah, keşke şu şu kişilere iyi davranmasaydım.

Sf- 396 : hep bir yokluk duyumsadım. Kaynağı olmayan, muğlak bir sızı. Doktora neresinin ağrıdığını gösteremeyen, ancak canı acıyan bir hasta gibiydim.


Künye : 

Kitabın özgün adı       : And the mountains Echoed

Yayınevi                     : EVEREST YAYINLARI

Sayfa Sayısı                424

Basım Yılı                  2013

27 Nisan 2024 Cumartesi

Kiyoto - Yasunari Kavabata

Hatırladığım kadarıyla Japon edebiyatından ilk defa okuyorum.

Kitap tam da Japonları andırıyor. Japonlar denince akla gelen şeyleri kitapta da görüyorsunuz, hissediyorsunuz. Huzur, dinginlik, doğa sevgisi, çalışkanlık, işini özene bezene yapmak, v.s. 

Bir genç kızın hikayesi üzerinden Kiyoto şehrini dolaşıyor, Japon geleneklerini, Japon kültürünü, festivallerini, bayram kutlamalarını izliyorsunuz.

Birbirine aşık 20’ li yaşlardaki gençler bile birbirlerini çiçekleri izlemeye, ağaçların yapraklarını izlemeye davet ediyorlar. Çiçekleri seyretme diye bir etkinlik. Ne kadar hoş. Ne yazık ki bize tuhaf geliyor.

İnsanlar arası ilişkilerde, çatışma yok, kavga gürültü yok, stres yok. Çocuk, genç, yetişkin insanlar, doğanın sunduklarına büyük saygı içerisinde adeta huşu içerisinde doğaya sevgi besliyorlar.

Kitabın yazarı Yasunari Kavabata, 1968 yılında Japonya’ya ilk Nobel Edebiyat ödülünü kazandırmış ve 2. Dünya Savaşına katılmayı reddetmiştir. Ne yazık ki 1972’de intihar etmiştir.


Karakterler ;

Çieko : genç kız, 20 yaşında

Misuki Şiniçi :

Sata Takiçiro : Çieko’nun babası

Sige :

Otomo Sosuke : dokumacı ustası

Hideo : Sosuke’nin büyük oğlu, 30 yaş

Naeko : Çieko’nun ikiz kız kardeşi

 

Kitaptan ;

Sayfa 12 : Kiraz ağaçları erguvan rengi çiçekleri ve alabildiğince aşağıya sarkmış dallarıyla tapınak bahçesinin en güzel süsü olarak, göze çarpmaktaydı. Ağaçlar sanki tapınağa kendi damgalarını basmış gibiydiler. Eski imparatorluk şehrinin baharını bu kiraz çiçeklerinden daha iyi ne ifade edebilirdi?

Sayfa 50-51 : Ağaçların güzelliğinin nedeni böylesine temiz tutulan bu şehrin güzelliğinin de nedenidir. Karanlık, eski ve göze çarpmayan evlerin sıralandığı Gion semtinin daracık sokakları bile çoğu zaman pırıl pırıldır.

 


Künye ;

Yayınevi         :           CEM YAYINEVİ

Yayın Yılı       :           2000

Kitabın orijinal basım tarihi : 1962

Dili      :           Türkçe

Sayfa Sayısı    : 230   

Çeviren           :           ESAT NERMİ

28 Şubat 2024 Çarşamba

Homo Deus – Yarının Kısa Bir Tarihi - Yuval Noah Harari

 
Sapiens’in devamı niteliğinde. Bu kitap ta Sapiens gibi çok iyi bir kitap. 

Sarsıcı,  düşündürücü ve etkileyici. 

Harari, Sapiens’te insan türünün 70 bin yıl öncesinden başlayıp bugüne dek süren tarihini anlatıyor. Bu kitapta ise insan türünün geleceği üzerine öngörülerde bulunuyor. 

‘Tanrı insan’ olmaya doğru giden bir tür. Ancak çok az insan bu kata çıkabilecek. Yapay zeka, algoritmalar, bilgisayar teknolojilerini kullanan kimi insanlar tanrı katına çıkarken, milyarlarca diğer insanlar ise çöp düzeyine inebilecek. Hiçbir işe yaramayacaklar. Sadece eğitimsiz insanlar değil, eğitimli iyi mesleklere sahip insanlar bile bu düzeye düşebilecek. Doktorlar, avukatlar, mühendisler, öğretmenler gibi pek çok insanın yaptığı işleri, meslekleri algoritmalar çok daha kolay ve daha iyi bir şekilde yürütebilecek. 

İnsanlar arasında şimdiye kadar yaşanan eşitsizlikten çok daha korkunç boyutlarda bir eşitsizlik yaşanabilecek. Ki bu çok korkunç bir şey. 

Sömürü ve eşitsizliğin gittikçe azalmasını yok olmasını umut ederken çok daha büyük, eşitsiz bir dünya bizi bekliyor olabilir. Kapitalistler, patronlar, kar etmek için işçilere, çalışanlara ihtiyaç duyuyorlardı, halen duyuyorlar. Bu yeni dünyada ise pek çok mesleğe, o mesleklerde çalışan insanların varlığına bile ihtiyaçları kalmayacak. Ürkütücü bir distopya.

Altı Çizilenler ;

Sayfa 27 : Bununla beraber hammaddeye dayalı küresel ekonomi modeli de bilgi ekonomisine dönüşüyor. Önceden altın madenleri, buğday tarlaları ve petrol kuyuları gibi maddi malvarlıkları temel zenginlik kaynaklarıyken, bugün en büyük zenginlik kaynağı bilgi haline geldi.

Bilgi en önemli iktisadi kaynak haline geldikçe savaşların karlılığı da azaldı; ve savaşlar, hala eski usul hammadde ekonomileriyle yürüyen Ortadoğu ve Orta Afrika gibi belirli bölgelerle sınırlanmaya başladı.

Sayfa 59 : Tarih boyunca tanrıların her şeye muktedir olmaktan çok, canlı varlıklar tasarlamak ve yaratmak, kendi bedenlerini değiştirmek, çevreyi ve havayı kontrol etmek, uzaktan iletişime geçebilmek ve zihin okumak, yüksek hızlarda seyahat etmek ve tabii ki ölümden kaçarak sonsuza kadar yaşamak gibi belirli süpergüçlere sahip olduğuna inanılırdı. İnsanlar da tüm bu kabiliyetlere, hatta daha fazlasına sahip olmanın peşinde.

Sayfa 163 : İnsanlar nasıl bir dünya yarattı?, kontrol etmenin ötesinde insanlar kendi anlamlandırdıkları dünyaya nasıl inanmaya başladılar?, İnsan türüne tapmanın ideolojisi olan Hümanizm nasıl gelmiş geçmiş en önemli din haline geldi?

Sayfa 291 : İnsanlar dünyayı yönetmeye ve anlamlandırmaya devam edebilir mi?, Biyoteknoloji ve Yapay Zeka Hümanizmi nasıl tehdit ediyor?, İnsan türünü kim devralacak, hümanizmin yerine hangi yeni din geçecek?

Terör özünde bir gösteridir. Teröristler korkutucu bir şiddet gösterisi düzenleyip hayal gücümüzü ele geçirerek ortaçağ misali bir keşmekeşe düştüğümüze inandırırlar bizi. Akabinde devletler bu terör tiyatrosuna bir güvenlik gösterisiyle tepki verme zorunluluğu duyar ve yabancı bir ülkeyi işgal etmek ya da tüm bir halka zulmetmek gibi muazzam güç gösterileri düzenler. Bu aşırı tepki, çoğu zaman bizim güvenliğimizi teröristlerden daha fazla tehlikeye atar.

2010’da tüm dünyada obezite ve obeziteye bağlı hastalıklar toplamda 3 milyon insanın ölümüne neden olurken, terör birçoğu gelişmekte olan ülkelerdeki 7697 kişinin canına mâl olmuştur. Sıradan bir ABD vatandaşı ya da Avrupalı için Coca-Cola, El-Kaide’den çok daha ciddi bir tehdit

Bakteri ve virüsleri yenmemizi sağlayan biyoteknoloji, aynı zamanda bizzat insanların kendisini eşi benzeri görülmemiş bir tehdide dönüştürüyor. Doktorların hızla teşhis koyup yeni hastalıklara tedavi önermesini sağlayan araçlar, orduların ve teröristlerin daha korkunç, kıyamet alameti gibi hastalıklar yaratmasına da imkan sağlıyor, öyle ki insan türünü gelecekte tehlikeye atacak büyük salgınların, acımasız bir ideolojinin takipçisi insanların bizzat kendi elinden çıkması işten bile değil. İnsan evladının doğal salgınlar karşısında çaresiz kaldığı çağ, muhtemelen sona erdi. Ne var ki o günleri mumla arayabiliriz.

Bilinci olmayan ama yüksek zekalı algoritmalar bizi bizden daha iyi bilecek duruma geldiğinde toplum, siyaset ve gündelik hayat ne olacak, neye benzeyecek?

Dataizm Homo sapiens’i, Homo sapiens’in diğer hayvanlara yaptığını yapmakla tehdit ediyor.

Kim olduğunu mu bilmek istiyorsun? diye sorar Dataizm. O zaman dağ tepe dolaşmayı bırak. DNA dizilimini analiz ettirdin mi? Hayır mı? Daha ne bekliyorsun? Hemen git ve yaptır.

Hümanizm, Duygularınıza kulak verin! diye buyuruyordu, Dataizm ise Algoritmaları dinleyin! diye emrediyor.

Bacağını kaybeden sakat bir asker, Bacağımı kendisinden başka kimseye hizmet etmeyen siyasetçilere inanacak kadar aptal olduğum için kaybettim, diye itiraf edeceğine, İtalyan ulusunun bekası için kendimi feda ettim, diyerek kendini telkin etmeyi tercih eder. Istıraba anlam verdiği için bir fanteziyle yaşamak gerçeklikten çok daha kolaydır. Rahipler bu yöntemi binlerce yıl önce keşfetmiştir. Birçok dini törenin ve buyruğun altında da aynı mantık yatmaktadır. İnsanları tanrılar ve uluslar gibi hayali oluşumlara inandırmak istiyorsanız kıymetli bir şeyler feda etmelerini sağlamanız gerekir. Bu fedakarlık ne kadar acı verirse hayali oluşumun varlığı da o denli inandırıcı olur. Roma tanrısı Jüpiter’e bir Boğa kurban eden yoksul bir köylü, Jüpiterin varlığına iyice kani olur, aksi taktirde bu aptallığına nasıl bir açıklama getirebilir? Sonrasında boğalarını kurban etmeye devam eder ki önceki tüm hayvanlarını boşa öldürdüğünü itiraf etmek zorunda kalmasın. Çok az insanın bunu itiraf edebilecek yüreği vardır.

Bir varlığın kurgusal olup olmadığını nasıl bilebilirsiniz? oldukça basittir aslında; "acı çekiyor mu?" diye sorun yeter. İnsanlar Zeus'un tapınaklarını yaktığında Zeus acı çekmez. Euro değer kaybettiğinde euro kederlenmez. Bankalar battığında banka mağdur olmaz. Bir devlet savaşta kaybettiğinde devlet ıstırap çekmez. Bankalar ve devletler metaforlardan ibarettir. Fakat savaşta yaralanan bir askerin acısı gerçektir. Yiyecek tek lokması olmayan yoksul bir köylü gerçekten eziyet çeker. Annesinden ayrılan yeni doğmuş bir buzağı gerçekten ıstırap duyar. Gerçeklik budur.

Yapay zeka artık insan zekasını geçmeye hazır. Bizi sınırlayacak ve anlamlandıracak hiçbir tanrıya ihtiyacımız yok artık.

Henüz Sanayi Devrimi’ni bile yakalayamamış İslam ülkelerinin genetik mühendisliği ve yapay zeka hakkında söyleyecek pek bir sözü olmamasına şaşırmamak gerekiyor.

Yüzyıl önce zamanın ruhunu yakalayabilen Sosyalizm, sonrasında yeni teknolojilere ayak uyduramadı. Leonid Brejnev ve Fidel Castro, Marx ve Lenin’in buhar makineleri çağında ürettikleri fikirlere tutunmayı sürdürerek bilgisayarların ve biyoteknolojinin gücünü kavrayamadılar.

21. yüzyılın başında ilerleme treni bir kez daha perondan ayrılmak üzere. Bu belki de Homo sapiens isimli perondan yapılacak son sefer olacak ve treni kaçıranların ikinci bir şansı olmayacak. Trende bir yeriniz olsun istiyorsanız bu yüzyılın teknolojisini, özellikle de biyoteknolojiyi ve bilgisayar algoritmalarının gücünü kavrayabilmeniz gerekiyor.

Çağ atlatan bu ilerlemeleri anlamak istiyorsanız antik metinleri ezberleyip tartışmak yerine bilimsel makaleleri okumaya zaman ayırma ve laboratuvar deneyleri yapmak zorundayız.

Rahipler, hahamlar ve imamlar 20. yüzyılda antibiyotikler, bilgisayarlar ve feminizmle aynı kefeye konulabilecek ne buldular.

25 Şubat 2024 Pazar

Hayvanlardan Tanrılara: Sapiens; İnsan Türünün Kısa Bir Tarihi - Yuval Noah Harari

 

Çok iyi bir kitap. İnsanı sarsan, düşündüren, etkileyen sıra dışı bir kitap. Kapakta yazıldığı gibi insan türünün kısa bir tarihi, 70 bin yıllık tarihi anlatılıyor. 

Kitabın temel tezleri ;

İnsanların doğar doğmaz çevresinde gördüğü ve doğal sandığı pek çok şey, dinler, şirketler, uluslar, devletler, krallıklar, demokrasi, insan hakları ideali v.s hep insanların yarattığı kurgulardır, hikâyelerdir. Bunlar doğal değil kurgusal gerçekliklerdir. Bu kurgusal gerçeklikler sayesinde büyük insan kitleleri arasında dayanışma duyguları geliştirildi. Bu kurgular olmasa pek çok insanı birlikte aynı ideal etrafında hareket ettirmek mümkün olmazdı. Bu sayede büyük imparatorluklar, devletler kurulabildi.

Bill Gates, Zuckerberg, Obama gibi pek çok isim bu kitaptan övgüyle söz edip okunmasını öneriyorlar.

Ancak sosyalist cenahtan pek çok isim de, kitaba ciddi eleştirilerde bulunuyorlar. Kitabın, Kapitalizmin günahlarını akladığı ve biyolojik determinizmle örtüştüğünü iddia etmektedirler. 

Altı Çizilenler ;

Sayfa 5 : Yaklaşık 70 bin yıl önce Homo sapiens'e ait organizmalar, kültür adını verdiğimiz daha da karmaşık yapılar oluşturdular. Bunu takip eden insan kültürlerinin gelişimine tarih diyoruz. Tarihin akışını üç önemli devrim şekillendirdi: Yaklaşık 70 bin yıl önce başlayan Bilişsel Devrim, 12 bin yıl önce bunu hızlandıran Tarım Devrimi ve tarihi sona erdirip bambaşka bir şeyi başlatabilecek yalnızca 5 bin yıl önce başlayan Bilimsel Devrim. Bu kitap, bu üç devrimin insanları ve diğer organizmaları nasıl etkilediğinin hikâyesini anlatıyor.

Sayfa 382 :  Tamamen bilimsel bir bakış açısıyla bilebildiğimiz kadarıyla, insan yaşamının hiçbir anlamı yoktur. İnsanlar belirli bir amacı olmayan ve körlemesine ilerleyen evrimsel süreçlerin sonucudur ve faaliyetlerimiz ilahi bir kozmik planın parçası değildir. Dünya yarın patlayarak yok olsa, evrende hiçbir değişiklik olmazdı; tahmin edebileceğimiz kadarıyla insanların kendilerine dair anlam arayışı ve öznelliklerinin eksikliği de pek hissedilmezdi. Bu yüzden, insanların yaşamlarına atfettiği herhangi bir anlam sadece sanrıdan ibarettir.

İnsan ilerleyen bin yıllarda kendisini tüm gezegenin efendisi ve ekosistemin baş belasına çevirecek dönüşümü gerçekleştirdi. Bugün ise bir tanrı haline gelmenin, sadece ebedi gençliğin değil, yaratmak ve yok etmek gibi ilahi becerileri de ele geçirmenin arifesinde. İnsanın tanrılaşarak dünyaya hükmettiğini gözlemliyoruz.